hesabın var mı? giriş yap

  • "gidip şahin alacak halimiz yok ya. ben gidip 1 buçuk milyona sıfır audi marka araç da alabilirdim.”

    demiş.
    haklı.
    devlet size bu kadar pervasız, ahlaksız, yüzsüz ve hadsiz konuşmayı sağlıyor, alırdın elbet.

    nüfusu amfitiyatro kapasitesi kadar ilçeye kontenjandan başkan seçilmiş, "1,5milyonluk araba hakkımdı, az bile harcadım" diyecek kadar utanmaz..senin yüzüne tükürmeyen gakkoşlar düşünsün artık makam aracının faturasını..

  • kalan bu dört bölümünde aşağıdaki noktaları aydınlatması gereken dizi;

    1) hayalet'in free shop'çı arkadaşı kim..
    2) bahar şimdi napıyo, atarlı oğlu sbs'yi kazandı mı.
    3) şevket'in oğlu reşat şimdi nerde.. babası nafakasını düzenli olarak yatırıyor mu.

    gerisi sikimde değil.. bu üçünün akıbetini merak ediyorum.

  • yalandır.

    28 yaşında olmama rağmen kadın tripleri yüzünden kendimi dostoyevski gibi hissediyorum.

    bulgur yerine prinç* aldım diye küsülür mü lan ??? kimmiş çocuk olan. erkekler çocukmuş hadi ordan!!

    edit: *bildiğimiz pirinç

  • çölüne dön !

    böyleleri bulundukları yeri ortadoğu bataklığına çevirmek isterler ama sefa sürüp insan gibi yaşamak istediklerinde ilk adresleri batı olur!

  • işlerine geldi mi "yeryüzü bize seccadedir" derler, işlerine geldiğinde de çamlıca tepesine cami yaparlar. peki bu iki şeyin ortak noktası nedir? evet bildiniz din gösterisi.

    iki rekat tutarlı olsanız da dünya size seccade mi yoksa iki adıma bir cami yaptırmak mı lazım ona bir karar verseniz, insanlar da sizin bu işinize geldiği gibi davranma hastalığınızdan rahatsız olmasa.

  • dediler sen bir fakir düzcelisin
    düne kadar ilçeydin, şimdi ilsin
    güldüler düzceli audi ne bilsin
    passat mı çekeyim yanlarına

  • dünyamızı aydınlatan, hayat veren, karşısında saatlerce yatıp bronzlaştığımız güneş ışığının yaşı 10 bin ila 50 milyon arasındadır. yani şu anda çevrenizi aydınlatmakta olan güneş ışığı güneşin merkezinde 50 milyon yıl önce oluşmuştu.
    bizlere okulda güneş ışığının dünyaya 8 dakikada ulaştığı öğretilmişti. hatta güneş bir anda ortadan yok olsa biz bunu 8 dakika sonra fark edebilirdik falan diye duymuşsunuzdur. evet bu bilgiler doğrudur. 8 dakikalık süre, ışığın güneşin yüzeyinden dünyamıza ulaşma süresidir fakat güneş ışığının kaynağı güneşin çekirdeğindeki füzyon reaksiyonlarıdır.

    güneşin merkezinde madde o kadar sıkışmış haldedir ki, reaksiyon sonucunda ortaya çıkan ışığın, güneşin merkezinden yola çıkıp yüzeyine ulaşması 50 milyon yıla kadar uzamaktadır. milyonlarca yıl boyunca ışık, bu sıkışık haldeki madde içerisinde hapsolur ve dışarı çıkamaz. eğer ışık merkezden normal şekilde, saniyede 300 bin kilometre hızla doğrusal olarak hareket ederek çıkmayı başarabilseydi, güneşin 695,000 kilometre olan çapını düşündüğümüzde yüzeyine ulaşabilmesi sadece 2 saniye alırdı ama ışık güneşin çekirdeğindeki bu yoğun ve sıkışık madde denizi içerisinde atomlara çarpa çarpa yolunu şu şekilde sürekli değiştirerek ilerlediği için direkt olarak düz şekilde güneşten çıkması mümkün olmuyor.

    bilindiği gibi ışık hızı saniyede 300 bin kilometredir ama güneşin merkezindeki madde yoğunluğu sebebiyle bu hız saniyede 0.01 santimetreye kadar düşer ve bunun sonucunda dünyamıza ulaşması 50 milyon yıla kadar uzayabilir.
    gündüzleri çevrenize baktığınızda o ışığın güneşin merkezindeki nükleer reaksiyonlar sonucu milyonlarca yıl önce oluştuğunu bilmek bizim için pek bir değişiklik yaratmasa bile hayata ve evrene bakış açımıza bir şeyler katabilir.

    kaynak: https://curiosity.com/…million-years-old-curiosity/

  • genetik işlerinden çok anlamayan insanlar olabilir veya okurken kafası tam olarak almayan insanlar olabilir. o yüzden youtube üzerindeki en faydalı kanal olan kurzgesagt – ın a nutshell'ın crispr videosunu buraya biraz daha insancıl bir yöntemle açıklamaya çalışacağım.

    -----
    crispr nedir?
    -----
    crispr; bir dna arşividir. şöyle bir örnekle açıklayalım:

    bakterilerin baş düşmanı virüslerdir. he-man için iskeletor ne ise bakteriler için virüsler öyledir. virüsler bakterilerin üzerine yerleşiyor, bakterinin dış cephesini delerek içeriye kendi dna'sını bırakıyor. bu sayede bakteri hücresini ele geçirecek, ve onu kendisi gibi virüsleri üretmek için bir fabrika niyetine kullanacak. nasıl? çok fena yöntem değil mi?

    yalnız bu her zaman işe yaramıyor. nadiren bazı bakteriler bu virüs saldırılarından kurtulmayı başarabiliyorlar. evet, içlerine virüs dna'sını verdi ama bakteriyi ele geçiremedi. bakteri kardeşimiz; virüsün dna'sını alıyor ve arşivine koyuyor. bu arşivin adı crispr. hah işte bu! peki bu arşiv ne işe yarayacak?

    mesela aynı virüs bi daha saldırsın buna. bakterinin dış cephesini gene deliyor ve içeri dna'sını bırakıyor. bu bırakılma sonrasında; bakteri kardeşimiz crispr'dan yani dna arşivinin bir kopyasını çıkarıyor, daha doğrusu rna, tam olarak kopya değil, dna'nın yarısı ama diğer yarısının belirlenmesinde de yardımcı oluyor, neyse boş verin burayı.

    bu noktada adını hatırlamak zorunda olmadığınız cas9 adlı bir protein var. bu protein; arşivdeki her parçayı yeni gelen dna'ya uyarlamaya çalışıyor. tencere-çanak misali bir uyuşma gördüğü anda, virüs dna'sını kesiyor ve saldırıyı başarısız kılıyor. bu noktada cas9 adlı proteini övmeden olmaz, adam tam olarak bir dna cerrahı. yani bi tavuktan aldığın proteine bak bi de buna bak.

    sonuç olarak ne oldu? bakteri virüs saldırısını önledi.

    -----
    bizim ne işimize yarayacak?
    -----
    crispr, bütün genetik çalışmaların maliyetini ve süresini anında azaltıyor, hem de %90 oranında falan siz düşünün artık.

    bu tabi asıl mesele değil, asıl mesele şu; yukarıda bahsettiğimiz bakteri o virüse karşı artık dirençli. bir daha aynısı saldırsa bizim gibi aşı olmak için eczaneye koşmayacak. ve biz, insanoğlu olarak, bunu kullanabiliriz. mesela yeni bi virüs çıkıyor adı r1t4 falan, fena salladım ha. biz bir tane bağımsız bakteriyi alıyoruz, koyuyoruz laboratuvara, bu virüsün dna'sını veriyoruz, arkadaş bunu kendi dna arşivine koyuyor, sonra bir daha geldiği zaman virüsün işe yaramasını engelliyor. yani ilk başta olduğu gibi savaştan gazi olarak ayrılmasına gerek yok.

    asıl mevzuya hala gelmedim, şimdi geliyorum; bunu insanlar üzerinde kullanabiliriz. insan tek bir hücre olarak gelişmeye başlamıyor mu? evet. o zaman bu ilk hücreye müdahale edebiliriz. bu müdahalede hem bazı hastalıklara karşı ayakta durabiliriz hem de bazı genetik hastalıkların önüne geçebiliriz. işte genetik hastalık olayı çok önemli.

    insanoğlunun dna'sı bozuk. 3000'in üzerinde genetik hastalık, dna üzerindeki sadece bir harfin bozuk olması yüzünden var. cas9 denilen bu protein bunu düzeltebilir. mesela renk körlüğü, genetik bir hastalıktır. bu yöntem ile renk körlüğü geni tamir ediliyor ve o kişi normalde renk körü olacakken bu yöntemle bu illetten kurtuluyor.

    dna'mız üzerinde yaşayan virüs genleri de var bu arada. mesela uçuk ! uçuk bir virüstür ve bizim dna'mızda vardır. bu ne demek? şu anda vücudundaki her hücrenin içinde bu virüs var. resmen ete kemiğe bürünmüş bir virüs bu. bu yöntemle binlerce yıldır dna'mızda bulunan bu virüsten kurtulabiliriz! kızlar bir daha uçukla uğraşmayacaklar, şimdikiler uğraşacak da sonrakiler uğraşmayacak.

    işin özeti, insan dna'sı kusurlu, bayaa kusurlu, ama bunu düzeltebiliriz ve ortaya bizden daha sağlam insanlar ortaya çıkarabiliriz. yalnız burada 2 tane püf nokta var.

    1-) tedavi tek insana has. mesela birisinin renk körlüğünü düzelttin, tamam, tedavi onla birlikte ölecek. ama eğer iki kişide aynı tedaviyi uygularsan ve bu iki kişiden bir nesil meydana gelirse, işte bu nesil renk körlüğü genini taşımayacak demektir. bu yöntemi yüzlerce insanın tek hücre olduğu zamanda uygularsanız, ve bu yüzlerce insan kendi aralarında çocuk sahibi olurlarsa, elinizde tertemiz bir üstün insan nesli elde edebilirsiniz.

    2-) tedavi insan tek hücre iken uygulanabilir. mesela şu anda sana niye bunu yapamayız? çünkü o zaman vücudundaki her hücreyi tek tek alıp bu yöntemle tamir etmek lazım, e olmuyor tabii. ama tek hücre iken? işte o zaman vücudun bütün hücreleri o ilk tamir edilen hücreyi referans alarak çoğalacakları için tek hücrede ancak mümkün olabiliyor. zaten bu yöntem ile insan dna'sındaki genetik hastalıkların önüne geçmeye çalışıyorlar, malesef aspirin değil ki alamıyoruz.

    -----
    insan üzerinde neler yapabiliriz?
    -----
    yukarıda bahsettiğim gibi, bazı genetik olarak üzerimizde taşınan hastalıkları gelecek nesillere aktarmayı durdurabiliriz. mesela çocuğun olacak, diyorsun ki bu çocuk mesela albino olmasın, şeker hastalığı falan olmasın, bu arada şuna güzel bir metabolizma verin falan diyebilirsin. hatta boyunun uzun olmasını, göz kusurlarından kurtulmasını, hatta daha zeki olmasını da sağlayabilirsiniz! resmen sims'te insan yapar gibi çocuk sahibi olacaksın lan daha ne istiyorsun?

    -----
    ölümsüz olabilir miyiz?
    -----
    şimdi bu yöntemle kısmen mümkün ama burada ölümsüzlük tanımını değiştirmek gerekiyor. mesela superman, adamın üzerine vinç düşse hayatta kalır, ama bizim üstümüze düşse ölürüz. bu yöntemle belki daha fiziksel olarak dayanıklı insanlar elde edebiliriz ama mesela kafamıza 500 km/s hızla gelen bir mermi bizi öldürür. o yüzden bizi öldüren sadece bazı etkenleri ortadan kaldırabiliriz. dediğim gibi ölümün %100 önüne geçemeyiz ama bizi öldüren çoğu şeyden kurtulabiliriz.

    -----
    yaşlanmayı bitirebiliriz
    -----
    bugün insanların %66'sı (2/3'ü falan) yaşlılığın getirdiği nedenlerden dolayı ölüyor. yani bizi öldüren yaşlılık değil, yaşlılın oraya çıkardığı sorunlar. mesela yaşlandıkça karaciğerin çalışması aksıyor varsayalım, yaşlandıkça en sonunda karaciğer iflası oluyor ve ölüm gerçekleşiyor. e yaşlanmasaydık bu olmayacaktı o zaman? bizim direkman yaşlanmamıza sebep olan genler var. bunlar dna'mızın içinde. yukarıda bahsettiğim üstün insanların genlerine bu yöntemle müdahale edip yaşlanmalarının önüne geçebiliriz.

    yaşlanmama olayı şu anda ıstakozlarda, planaryalarda ve turritopsis dohrnii denilen değişik bir deniz anası türünde mevcut. istersek bunların bile genlerini kendimize alabiliriz.

    -----
    elimizde nasıl patlar?
    -----
    üstün insanlardan oluşan bir ordudan korkuyorsanız; http://wh40k.lexicanum.com/wiki/space_marines

    üstün insanların oluşturacağı yeni standartlar normal insanları zora sokmaz mı?

    sokar, ama bu bir geçiş sürecidir. burada asıl amaç ne? insanoğlunun genlerindeki sorunları ortadan kaldırmak, sonunda bütün dünyadan o hastalığı silmez, mesela gelecekte uçuk hastalığının olmasını istemiyorsanız bütün insanlardan bunu silmez zorundasınızdır. bu yüzlerce yıl sürebilir, yeni bir dünya düzeni kurabilir, ama zaten amaç bu değil mi? yeni bir dünya?

  • son günlerimin belası felsefi akım.
    "stoacılık, yalnızca öğretinin kurucusu olan kitionlu zenon un felsefesini değil, aynı zamanda da bu okulu yöneten öğrencileri ve öğreticileri de kapsar." böyle bir giriş yapıyor jean brun, le stoicisme'ye. (stoacılık, jean brun, sf:11, iletişim yay.)
    bu okulun tarihçesi geleneksel olarak üç büyük döneme ayrılır;

    1- eski stoacılık: i.ö. iii. yy.'da merkezi atina. en büyük hocalar; zenon, kleanthes ve khrysippos
    2- orta stoacılık: i.ö. ii. yy.'da, latinleşmiş stoacılıktır. mühim isimler; babilli diogenes, tarsuslu antipater, rohodoslu panetius, apameli posidonius
    3- imparatorluk dönemi stoacılığı: i.s. i. ve ii. yy.'da temelinde romalılar olan dönemdir. ve konu olarak kendilerine ahlakı aldıklarından, mantık ve fiziği tamamiyle bırakmışlardır. (yine karşımıza çıkan romalı pragmatist karakteristiği!) dönemin mühim isimleri; seneca (seneca 'nın filozofluğu, saraydaki yaşam biçiminden ötürü tartışmalıdır.), musonius rufus, epiktetos ve marcus aurelius

    çok karışık bir felsefi coğrafyada ve dönemde; aslında birbirlerine rakip olan iki okul; epikurosçuluk ve stoacılık aslında özde aynı şeyi vazife edinmişti; insana, yaşamın kurallarını verebilecek kesinlik ölçütlerini ve onu doğayla barıştırmaya elverişli eylem ölçütlerini öğretmek; ortak istence; doğayla uyumlu yaşamak!
    fakat yöntemler farklıdır; epikuros düşünce sisteminde; 'insanın, doğrunun ve iyinin ölçütü olarak verilen duyumlamaya boyun eğerek doğayla uyumlu yaşama' söz konusu olduğundan, bu düşünce biçimi, duyumlayıcılık ve hazcılık olarak da gelişir. karşı tarafta ise, stoacı zenon; insanın, tanrının istencini ifade eden olaylar düzenine uyarak doğayla uyumlu yaşamasını ister ve böylece stoacılık bir maddecilik ve ahlaki akılcılık olarak gelişir.

    stoacı doğalcılığın bilgeliği kurmaya elverişli bir doğanın bilgisini içerir ve fiziğin kimi zaman bir başlangıç noktası ve felsefenin temeli, kimi zaman da bir varış noktası olduğu ve felsefenin serpilişi için verilmiş olduğu anlaşılacaktır. zira bilge, akla uygun olarak doğayla uyumlu yaşayan kişidir. felsefe de, sayesinde doğaya uygun olarak , yani tanrının istencine uygun olarak, akla uygun olarak yaşamakla düşüncelerimize ve eylemlerimize birlik vereceğimiz bir bilgidir.

    stoacılar için dünya bir canlıdır, tıpkı içiçe geçtiği tanrı gibi (spinoza, deus sive natura), yönelim ve duygudaşlık yapısına yön verir ve insan için yaşamak, evrensel yaşamla uyum içinde yaşamaktır. bu nedenle stoacı deneyimcilik, aristoteles'te olduğu gibi niteliksel iletinin deneyimciliği değil de insan ve dünyanın birbirlerinin içine işleyişlerinin deneyimciliğidir: duyumlamak dışta bulunan tarafından dönüştürülmüş duyulara ve ruha sahip olmaktır, bu dönüşüm, kendisine yol açanla uyum içinde olabilir ve bu durumda doğrunun içindeyizdir ya da onunla uyuşmazlık içinde olabilir ve bu durumda da hatanın ve tutkunun içindeyizdir.

    aristotelesçi akıl yürütme; "sokrates bir insandır, bütün insanlar ölümlü olduğundan, sokrates de ölümlüdür." şeklinde örneklenirken, stoacı akıl yürütme ise zamanla alakalı olduğundan; "kadının sütü varsa, doğurmuştur." şeklinde vücud bulur. aristoteles için zaman, herşeyden önce türeyişin ve bozuluşun zamanıyken, stoacılar için zaman, yalnızca tanrısal bilgeliğin ifadesi değil, aynı zamanda da evrensel yaşam dinamiğinin ve onun uyumunun da ifadesidir. öyleyse bilgelik, zamana yani yaşama, dünyaya ve tanrıya boyun eğiştir.

    zenon, onay verme ve bilim'i şöyle örneklemiş ellerinde;
    "tasarım buradadır;" parmaklarını uzatmış halde ellerini göstererek
    "işte onay verme de buradadır;" parmaklarını biraz kıvırarak
    "anlama da budur;" yumruğunu göstererek (şimdi hoş mu bilmem, ilginç bir tesadüf dikkatimi çeki, geçen sene şu meşhur kıbrıs referandumu sırasında, mhp'li gençlerin hazırladığı bir afiş duvarları süslüyordu, afşte bir yumruk, ve yumruğun etrafında ab yandaşları ve çeşitli kişiler bulunmaktaydı. ve tabi o unutulmaz yazı: "onlar bundan anlar!" meğerse o gençler de zenon takipçisiymiş.. behey.. ) bu anlama hadisesine de, zenon, katalepsis adını vermiş.

    ve son olarak; sol elini, kapalı yumruğa yaklaştırmış ve ardından onu kuvvetlice sıkı sıkıya tutmuş. işte bu da, bilge'den başka hiç kimsenin sahip olmadığı bilimin burada olduğunu simgelemekteymiş. bu bilim, aslında doğanın zamanı doğrultusunda çıkagelene rıza gösterilmiş bir katılma yoluyla kendini ifade eden bir bilgeliğin kalkış noktasıdır. bilim insanın, kendisini taşıyan doğanın yapısına katılmasını sağlayan şeydir, böyle bir edimle insan, belli bir biçimde tanrının kendisiyle de uyum içine girer çünkü "akıl, tanrısal tinin, insanların bedenine gömülmüş bir parçasından başka bir şey değildir." (seneca, epistulae, 66, 12)

    doğayla uyum içinde yaşamak için, onunla uyuşmak gerekir, bu uyuşma, var olanla bir yakınlaşmayı, bir duygudaşlığın bilincini elde etmeyi içerir; bu nedenle stoacılar için duyumlamalar, ruhun nesnelere doğru gidişinde izleyebileceği farklı yolları temsil eder.

    stoacılar için; doğa, tanrı ve ateş terimleri eşanlamlıdır. doğayı tanrısallaştırmak ya da tanrıyı doğalaştırmak, insana tanrıyla ilişki kurma olanağını ve kendisini saran gerçekliğin içinde, kendi yaşamına düzenli bir anlam vermeye uygun bir kararlılık bulma olanağını verir. bu yüzden stoacı fizik, kendini asla bilgi insancılığının akılsal bir sistemi olarak sunmaz, ama aynı zamanda bir kosmoloji olan bir teoloji olarak ve ifade garip görünse de tinselci bir maddecilik olarak sunar.

    entiriyi marcus aurelius 'un bir sözüyle kapamak istiyorum;

    "..ey dünya, sana uygun gelen herşey bana da uygun gelir. senin için mevsiminde olan hiçbir şey benim için erken ya da geç değildir. saatlerin bana getirdiği herşey, benim için lezzetli bir meyvadır; ey doğa! herşey senden gelir; herşey senin içindedir; herşey sana döner." (pensees, iv, 23)

  • dexter'ın kurbanları naylonlarla kaplanmış steril ortamlarda, kanın tamamını akıtarak kesmesi ve güzelce parçalayıp poşetlere koyması sebebiyle son derece mantıklı bir hareket olurdu. ama nasıl ikna edeceksin işte, ortak danaya falan girmek lazım.

  • ilkokuldayken derste duyulan “malazgirt savaşıyla anadolu’nun kapıları türklere açıldı.” cümlesi ve zihinlerde oluşan o devasa kapı. seni de unutmadım...

  • yarıldığım bir sabah gazetesi haberi. hiç bu kadar aşağılanmamıştım.

    not: antakyalıyım.

    edit: "karımın, tabii lan manyak mısın şeklinde yorum yaptığı haber. bunu da yazıver elin değmişken" dedi.

    yakalandık.