hesabın var mı? giriş yap

  • sözlükçülerin kuzenlerinin başından geçen doğaüstü olayları da bu başlığa yazabiliyorsak, başlıyorum.

    kuzenim, geçen cuma günü kışlıkları yazlıkları toparlayayım diye girişmiş elbise dolabına. tam öğle ezanı okunurken de çok içinden gelmiş, elindeki toz bezini koyuvermiş kenara, açmış ellerini; "allahım çocuk da okula başladı, bize bol kazançlar, hayırlı paralar kazanmak nasip et" diye dua etmiş. tam da böyle içinden, yüreğinden geçirerek... "hatta böyle bir kaç saniye de, öylece bir durdum ufak tefek günlük para gelir gider hesabı yaptım, yine içim sıkıldı" diyor.

    derken eline almış bezi tekrar, silmiş rafın tekini, arkada duran giysileri koyacak rafa, eşinin pantolonlarından birini eline almasıyla, başlamış cebinden şangur şungur bozukluklar dökülmeye.

    -paralar öylece dökülünce ben de hemen attım elimi cebine, baktım tomar tomar kağıt para, bir o kadar bozuk para. allahım delirecek gibiyim. ellerim titriyor, birkaç saniye algım kapandı hatta. tamam insanın duası tutar, tutar da, bu kadar mı hızlı tutar? sonra sakinleyip paralara bir baktım ki bizimkinin sakladığı eski para koleksiyonunu koyduğu yeri bulmuşum sadece.

    allah resmen kuzenimi trollemiş ya hu, kendi halinde temizlik yapan kadından ne istiyorsun ya deyip mevzuyu ayakkabı kutusuna bağlamamak için kendimi çok zor tutuyorum. ama bir düşünsenize, ayakkabı kutularına dolaresi koydurup sonra içinden monopoly parası çıkartmak çok güzel olurdu ya, allah buna bir şey yapsın.

  • ya biraz kafanız çalışsa şunu sorarsınız kendinize; sizi şampiyonluktan etmek isteseler pendik ve kasımpaşa maçlarında son dakika penaltıları verirler miydi? bunu bile düşünemiyorsunuz arkadaş.

  • sahşen ben düşük bel pantulunun üzerine minik bi tişort giymiş ve eğildiğinde donu görünen bi ablayı katiyen uyarmam.
    kendisi zaten eğilme eylemini gerçekleştirtiğinde bunun olacağını yüzde binbeşyüz biliyor ve ona göre giyiniyor.
    ben bunun başıma geleceğini bildiğimden kelli ya üzerine uzun bi tişört giyerim o düşük bellinin ya da o minnak tişörtün altına yüksek bel pantul.

    bunun dışındaki diğer durumlarda iç çamaşırı görünen ablalar da çok sikimde değiller açıkçası.
    kazadır şudur budur bittabi olur ama bi kadın giyindigi zaman eğildiğinde, bacak bacak üzerine attığında veya zipladığında neresinin ne kadar görüneceğini herkesten çok iyi bilir.

  • yapilmasi gereken is haricinde herseyle ugrasma durumu. mesela odev/tez/proje hazirlama zamanlarinda sozlukte asiri vakit gecirilmesi.

  • bu bir tarikat, bu bir örgüt hatta bir stk'dır.

    bu tarikatın mensubu olabilmeniz için ön şart evliliktir, ardından beyaz yakalı bir plaza çalışanı olmak zorundasınız.

    mensupları arasında hiyerarşik dizilim vardır;

    - sadece robot süpürge sahipleri elit üye

    - robot süpürge + herhangi bir dyson ürünü gold üye

    - robot süpürge + dyson + airfryer ultimate üye

    şayet tüm bunlara ek olarak saat 07.30'da şirket servisinde uyukluyorken ayağınızda alexander mcqueen varsa, tarikat nışanınız var demektir.

  • esasen tam adı "how i lost 24 desperate prison heroes in smallville: family guy chronicles theory" olan, lakin karakter sınırlaması sebebiyle kısaltılan dizi projesi. hapishaneden kaçıp ıssız bir adaya düşen süper güçlere sahip 24 dahinin, gelecekten gelen bir cyborg ile aralarında geçen aşk ve ihtiras içerikli hikayesini anlatan bu dizi esprili anlatım tarzıyla sizleri ekran başına kilitleyecek. hangi karakterin dünya dışı bir gezegenden geldiğini çözmeye çalışırken heyecanlanacak, dünyayı ele geçirmeye çalışan ev hanımının başarısız denemelerini izlerken gülümseyecek, kadın erkek dinlemeden adadaki herkesi ayartmaya çalışan kazanovayı gördükçe kahkahalarınıza hakim olamayacaksınız. aynı zamanda bütün karakterlerin özel güçlerini keşfetmeleri sırasında başlarından geçenler hikayeye ayrı bir derinlik kazandıracak. inanıyorum bu dizi tutacak ben de emmy ödülümü yalnız ve güzel ülkem adına alacağım. merak etmeyin kırmızı halıda "i love ekşi sözlük" falan diye birşeyler sıkıştırırım araya.

  • temelde optografi kelimesi iki yunanca kelimenin birleşmesinden gelmektedir; opto: görüş veya göz anlamına gelir ve grafi/grafik ise çalışma alanı veya yazmayla ilgili bir anlama gelmektedir. hal böyle olunca optografi kabaca görme çalışması, görme olayı veya görmeyi resmetme gibi anlamlar taşır.

    bu teknik tanımlamayı yaptığımıza göre asıl konumuza geri dönelim; bilim insanları, bu fikir ilk olarak 17. yüzyılda ortaya attı diyebiliriz ve optografi'yi; gözün retinasında oluşan bir görüntü olan optogramı görüntüleme veya alma işlemi olarak tanımladılar. kulağa ne kadar çok bilim kurgu düşüncesi gibi geliyor değil mi.

    bu fikre göre dönemin bilim insanları, gözün ölüm anında son görüşümüzün görüntüsünü yakalamasının mümkün olduğunu düşünüyorlardı. tabii ki bu fikir fotoğraf makinelerinin ve fotoğrafın icadından sonra daha baskın bir düşünce olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

    çünkü gözümüzdeki retinanın bir kamera plakası gibi davranabildiğini ve üzerinde düşen görüntünün yakalandığı cam slaytları kaplayan gümüş nitrat filme benzer bir şekilde çalıştığını varsaydılar. bu varsayımsal düşüncenin ardından yapılan çalışmalarda 1876'da franz christian boll adlı bir alman fizyolog, retinanın çubuk hücrelerinde bulunan ve tıpkı bir kamera plakasındaki nitrat gibi davranan, ışığa duyarlı bir protein olan rodopsini keşfetti. işte bu keşfedilen protein ışığa maruz kaldığında bir ağarma oluşuyordu.

    tabii ki boll'un yaşamı erken bittiğinden bu çalışmalarının nasıl bir etki yarattığını göremedi. daha sonra yine bir alman fizyolog wilhelm kühne bu teorinin üstüne gitti ve çeşitli deneyler yapmaya başladı. deneylerinde çok sayıda hayvan kullandı ve ölümden hemen sonra hayvanların gözlerini çıkardı ve görüntünün retinaya sabitlenmesi için onları çeşitli kimyasallara maruz bıraktı ve bu denemeler ardından en iyi maddenin potasyum alum yani şap dediğimiz bir çeşit tuz olduğunu keşfetti.

    deney şöyleydi; bir tavşanı, başı parmaklıklı bir pencereye bakacak şekilde bağlandı. tavşan bu pozisyondan yalnızca pencere ve bulutlu gökyüzünü görebiliyordu. hayvanın gözlerini karanlığa alıştırmak, yani rodopsin'in çubuklarında birikmesini sağlamak için birkaç dakika boyunca bir bezle kapatıldı. daha sonra hayvan üç dakika boyunca ışığa maruz bırakıldı. ardından hemen başı kesilerek ve gözleri çıkarıldı. çıkarılan gözlere ensizyon yapıldı ve göz küresinin retinayı içeren arka yarısı alınarak, sabitleme için bir şap çözeltisine daldırıldı.

    ertesi gün kühne, ağartılmış ve değiştirilmemiş rodopsin ile retinanın üzerine basılmış, çubuklarının net desenine sahip bir pencere resmi gördü.görsel

    yukarıdaki görüntüde en soldaki görüntü, optogramı olmayan bir tavşan retinasıdır: retina görüntüsünün üst üçte birlik kısmı boyunca uzanan ışık diski ve yatay şerit, retinanın normal anatomik özellikleridir. ortadaki görüntü, tavşanın ışığa maruz bırakılmasından sonra elde edilen optogramdır. tavşanın baktığı pencere görüntüde fark edilebilir görünüyor. en sağdaki görüntü, 3 büyük yan yana pencerenin gösterildiği başka bir optogramdır.

    bu çalışmalarından sonra kühne, deneylerini bir insan üstünde yapmak istedi, bunun üzerine 1880'de erhard gustav reif adlı idam mahkumunun gözleri infazdan sonra gözleri çıkarıldı ve kühne'nin heidelberg üniversitesi'ndeki laboratuvarına teslim edildi. kühne'nin reif'in gözlerinden ürettiği optogramlar günümüze ulaşamadı fakat bir gazete kupüründe şöyle bir görüntü mevcut. kühne bu taslağın giyotin bıçağına yüzeysel bir benzerlik taşıdığı ileri sürülmüştür.

    daha sonraları dr. maxime vernois'ten optografların cinayet davalarında delil olarak kabul edilmesinin fizibilitesini incelemek için bir çalışma yürüttü. vernois en az on yedi hayvanı öldürdü ve gözlerini parçaladı, ardında bunun boşuna yapılmış bir eylem olduğunu kabul ederek şu sözleri söyledi.

    --- spoiler ---

    bir kurbanın retinasında katilinin portresini ya da ölüm anında karşısına çıkan herhangi bir nesnenin ya da fiziksel özelliğin temsilini bulmak imkansızdır.
    --- spoiler ---

    yıllar sonra 1975 yılına gelindiğinde heidelberg polisi, kühne'nin deneylerini ve bulgularını modern bilimsel tekniklerden, güncel bilgilerden ve gelişmiş ekipmanlardan yararlanılarak yeniden incelemek istediler. bunun için heidelberg üniversitesi'nden evangelos alexandridis'in uzmanlığına başvurdular. alexandridis, kühne'yi anımsatan bir şekilde, tavşanların gözlerinden birçok farklı, yüksek kontrastlı görüntü oluşturmayı başardı. fakat optografinin adli tıp aracı olarak hiçbir potansiyele sahip olmadığı sonucuna vardı.

    kaynak:1,2,3

  • bir garip yasak. habere göre bir miktar para harcanan (yasak olduğu için miktarını yazamıyorum) cumhurbaşkanlığı konserleri hakkında paylaşım yapanlar hakkında suç duyurusunda bulunulacakmış.

    haber

    edit: bazı aktroll arkadaşlar "konuşmanın neresi yasak, sadece asılsız iddia ve çarpıtma yasak" demiş. oğlum size göre beğenmediğiniz her konuşma asılsız iddia, çarpıtma, yalan zaten; beğenmediğiniz herkes de zillet, hain, terörist. bir günde yalanı doğru, doğruyu yalan ilan edebilen, ülkedeki tüm gerçekliği alt üst etmiş adamlar gelip bana akıl veriyor. bugün bu konser hakkında kötü konuşmak zaten asılsız kılıfıyla suç teşkil edecek, iyi konuşmanın da bir garantisi yok, belki yarın işler değişecek, kandırılmış olacaksınız, bu kez de vay sen nasıl bu konserler hakkında iyi konuşmuştun diyerek suçlu sayacaksınız. o yüzden konuşmamak en iyisi.

  • var böyle birşey. insanoğlunun anlamsız yönelimlerinden biri... üzerimdeki mont olsun, sweatshirt olsun, fermuarlı giysinin fermuarı çene hizama kadar geliyorsa, ağzımı hafifçe açarak çenemi aşağı indirip o fermuara dudaklarımla dokunma isteği duyuyorum. ne acayip arzularım, isteklerim var sözlük.

  • albany tıp fakültesi nöroloji profesörü dr. venkat ramani'nin dianne neale adlı hastası, televizyon izlerken, entertainment tonight programının sunucusu mary hart'ın sesini duyunca epilepsi nöbeti geçirdiğini, ailesinin bile buna inanmadığını söyler. mary hart

    doktor, laboratuvar testleri sonucu, kadının gerçekten mary hart'ın sesini duyunca epilepsi nöbeti geçirdiğini, karnını ovalayıp başını tuttuğunu, bakışlarından kafa karışıklığı ve bilinç kaybı yaşadığının anlaşıldığını, bu durumun 30 saniye ile 1-2 dakika arası sürdüğünü söyler. sebebini tam olarak bilemese de durumun psikolojik değil nörolojik olduğundan emindir. link

    vaka, 1991 yılında, the new england journal of medicine'da, "audiogenic epilepsy induced by a specific television performer," başlığı ile yayımlanır. bu da doktora istenmeyen bir ün getirir. letterman ve carson gibi ünlü komedyenler bile olayı şakalarına dahil ederler. hasta, bu durumu aşağılayıcı bulur ve epilepsi hakkında insanları bilinçlendirmek için basın toplantısı yapar. bu da ters teper. aynı isimdeki bir başka kadının evinin yakınlarına gidip mary hart'ın ses kaydını çalarken tüfekle kovalananlar bile olur. link

    mary hart, üzgün olduğunu söyleyen bir video yayınlar. zamanla bu olay unutulur. yıllar sonra, 1997'de benzer bir vaka, bu sefer işitsel değil görsel bir uyaranla japonya'da ortaya çıkar. pokemon'daki bir karakterin gözlerindeki hızlı hızlı yanıp sönen ışık, 700 kişinin hastanelik olmasına neden olur. pokemon seizures

    her 4000 kişiden 1'inde photosensitive epilepsy yani, bu tür uyaranlara karşı hassasiyet olduğu düşünülüyor. oyunların veya videoların başına uyarı koyuluyor. mesela ben, nine inch nails videolarında görmüştüm. uyarıları dikkate almakta ve bu tür videoları paylaşmamakta fayda var. (bkz: ışığa duyarlı epilepsi)
    kaynak

    ek: bunu yazdıktan uzun zaman sonra, bugün seinfeld'in 3. sezon 19. bölümünde bu konunun işlendiğini gördüm. kramer televizyondan mary hart'ın sesi gelince nöbet geçiriyor. video

  • bu edebiyatın yapısını ve yazarlarını iyice öğrenmek için şüphesiz o dönemin rusya’sının sosyal, ekonomik ve politik durumunu iyice öğrenmemiz gerekiyor. dünyanın en evrensel edebiyatını sadece yazarlardan ve onların hayatından yola çıkarak öğrenemeyiz.

    rusya, o büyük yazarların, yani dostoyevski, tolstoy, turgenyevlerin ortaya çıktığı dönemde tarifi edilmesi güç bir aşağılık kompleksiyle boğuşuyordu. bu kompleks, tüm ülkenin dile getitrdiği ve üzerinde kafa yorduğu bir sorun değildi. bunu fark eden çok az kimse vardı ve bunlardan bir kısmı da edebiyata yön veren büyük yazarlardı. diğer taraftan rusya’ya, dünyada “işgan edilemez” yargısıyla bakılmaya başlanmıştı. nice komutanlar bunu hayal etmiş ve hiçbiri başaramamıştı. bu imkansızlık yüzünden de o dönem rusya’sı bildiğin kendi halinde kavrulan, kimsenin fazla bulaşmak istemediği bir ülkeydi.

    böylelikle rusya, evrensel kültürün bir parçası olacak dünyaya kapılarını kapatmıştı. bu da, kaba tabirle “özentilik” denen şeyin önlenemez yükselişine ön ayak oldu. o zamana kadar dünyaya fazla bir değer katamamış ve herhangi bir evrensel kültür alışverişinde bulunmamış rusya, eli mahkum bir şekilde özenti olmayı, taklit etmeyi tercih etmek zorunda kalmıştır.

    işte dananın kuyruğu da burada kopuyor.

    bu özentilik hali öylesine büyümüş, öylesine rusya’yı sarmıştır ki artık belirli birikimi olan insanlar -içlerinde yazarlar da dahil- koca bir ulusun henüz bir karakter oturtamadığını, özentilikle oradan oraya savrulduğunu, farklı bir katma değer kazandırmayıp her düşünceyi hazır alıp bunu da kendilerininmiş gibi pazarladığını izlemek zorunda kalırlar.

    bu durum da farkındalığı yüksek az sayıdaki insanın dikkatini çekmiştir. onlara göre problemlerin hepsi ne savaştan, ne paradan, ne insandan kaynaklıdır. tüm problem özentilikten kaynaklanır. bu yüzden de odak noktalarını buna çevirirler çünkü insanlar delirme raddesinde özentiliğin, yozlaşmanın, böbürlenmenin, sahteliğin, şatafatın esiri olmuşlardır. bu durumu tolstoy’un savaş ve barış kitabında daha iyi anlıyoruz. kocaman bir ülkenin kaderini belirleyen ve milyonlarca insanın ölümüne neden olan savaş sırasında bile rus aristokrat sınıfı her gün her gece balolar yapıp toplantılar düzenlemiştir. yine aynı kitapta aristokrat sınıfından insanların fransızca’yı akıcı şekilde konuşma çabası da işlenir.

    işte evde olan her problemin evin hayırsız çocuğuna yıkılması gibi, bu birikimli insanlar da her şeyi bu özentiliğe, şatafat sevdasına yüklemeye başlarlar. bu o kadar canlarını sıkar ki her kitabında bununla alay etmekten geride durmazlar. büyük bir çaba içerisinde her kitaba sert bir eleştiri koymayı ihmal etmezlet.

    işte örneğini sadece rus edebiyatında gördüğünüz, yüzlerce sayfa balo tasvirinin nedeni budur. bu baloda aklı başında bir insanın o şatafat sevdalılarını gözlemleyip iç sesine kulak vermesi, onlara anlamsız gözlerle bakmasının nedeni budur. bu tema çoğu rus klasiğinde mutlaka sayfalarca işlenir. çünkü yazarlar bu kitlesel gerizekalılıktan usanmışlar ve çareyi, sürekli bu konunun üzerinde durmakta aramışlardır.

    kitlesel bir yozlaşmanın karşısında üç büyük dev, tolstoy,dostoyevski ve turgenyev üç farklı görüş edinir.

    tolstoy bu şatafat sevalılarına bakar, zengin bir aileden geldiği için ekmek parası derdi de yoktur ve şöyle der: “tüm bu insanlar ne yapıyorlar böyle? asıl önemli olan şey insanın iç dünyasıdır kişi buraya yönelmelidir”

    dostoyevski bu şatafat sevdalılarına bakar, ekmek parasıyla uğraştığı ve bir ara politikaya yöneldiği için şöyle der: “tüm bu insanlar ne yapıyor böyle? asıl önemli olan şey özentilikten uzak kendi rus kültürümüzü oluşturmak ve buna sahip çıkmaktır.”

    turgenyev ise özentilere bakar ve bu milletin kendisinin bir şeyler başaracağına da batıyı gerçekten anlayacağına da ihtimal vermez. bizim “çomar” tabirini rus milletini tanımlamak için kullanır şöyle der: “tüm bu insanlar ne yapıyor böyle? özentilikle bir yere varılmaz, bu insanlardan da bir yol olmaz. batı’yı iyi özümsemek gerekir”

    tolstoy zengin olduğu için zihinsel uğraşlara daha fazla zaman ayırabilir. kendisini yazdığı bir kaç kitaptan sonra önü alınamaz bir şöhretin içinde bulur. ne yazsa okunuyordur ve gün geçtikçe daha da popülerleşiyordur. ama tolstoy düşünce adamıdır. sürekli hayatın anlamını arar, farklı şeyler bulur ve bunlar romanına yansır. bugün tüm sorunlar a dan kaynaklı der, a yı ele alan kitaplar yazar. başka bir gün b yi fark eder ve kitaplarını b ekseninde yazmaya çalışır. ama her zaman çözümü insanın iç dünyasını aşmasında bulur. hayatında yaşadığı çelişkiler ancak tüm kitaplarını okuduktan sonra gerçekten anlaşılabilir.

    dostoyevski tolstoy’a göre zihinsel uğraşlara pek fazla zaman bulmaz. kumarbaz ve fakirdir. ama inanılmaz bir kalemi vardır. başından geçen idam olayı, hayatı boyunca kapayamayacağı yaralar açar. içinde az da olsa politik düşünceleri muhafaza eder ama korkusu onu insana, iç huzura ve yaratılışa yöneltir. aristokrasinin devamlı yüzüne çarpıldığı bir zamanda fakirdir ve bunun acısını çemiştir. gittiği ortamlardan dışlanmış özellikle meşhur balolarda istenmeyen adam olmuştur. kitaplarında da bu temayı sürekli işler. milliyetçidir ama bir yandan da yaşadığı buhran nedeniyle varoluşçuluğu sorgulamaya başlar ve bu yönde eserler verir.

    turgenyev ise, memnuniyetsiz sinirli bir adamdır. ne halktan ümdi vardır, ne rus olmaktan, ne de gelecekten. tutunacak herhangi bir ideolojisi yoktur. ona göre yer gök batı olmalıdır ama özentilikle değil. sürekli bu özentileri eleştirmekle kalmaz, milliyetçi söylemlerin de alaya alır. dostoyevski ve tolstoy’un aksine bireyciliği daha fazla savunur ve gözü hep batıdadır.

    işte bu dönemin büyük üç yazarına ilham olan şey toplumda gördüğü taklitçiliktir. bu taklitçi ve yozlaşmış kültüre bakıp hepsi kendisine farklı bir yol çizmiştir. tolstoy iç dünyaya yolculuk yapar, dostoyevski varoluşçuluğa, turgenyev ise modernizme ve batıcılığa.

    rus edebiyatının hala evrensel olması ve kitlelere hitap etmesindeki nedenlerinden biri de budur. özentilik ve yozlaşma hızlı bir şekilde tüm dünyayı sarmıştır. tıpkı o zamanların rusya’sı gibi. durumun farkında olan bu saçmalığı izlemek zorunda kalan biz azınlıkta olan insanlar da rus edebyatını keyifle okuruz. çünkü orada anlatılanlar artık bizim dünyamıza da hitap eder durumdadır. budala kitabında mışkin’in baloda yaşadığı psikolojik çözümlemeler, bizim gündelik hayatta herhangi bir kalabalığı görünce yaşadıklarımızla aynıdır hemen hemen. tüm dünyaya hitap eden konuları, benzerine rastlanması imkansız kalemler hayata geçirince de böyle ölümsüz oluyor işte.

  • fenerbahçede 50 sene oynayıp anca volkan demirel kadar efsane olacakken futbolcu olarak bol para kazanmış, ingiltere, almanya, katar ve hindistan görmüş. deli paralar kazanırken harika kültürler tecrübe etmiş, gençliğinde hayatını yaşamıştır.

    emekliliğinde de gelir televizyon efsanesi olur çok lazımsa. ne sikime yarıyorsa efsane olunca.