hesabın var mı? giriş yap

  • - aşırı kalabalık, sıra oluşmayan hiçbir yer yok. ki halkımızın sıra kavramını düşünün. evet istanbul halkı daha bi cahil.
    - suriyeliler her tarafta. özellikle geceleri çıkıyorlar, berbat.
    - pahalılık. sonradan görme halk. en kötü ev 1000 lira olur mu??
    - yemek olayı. "yok o orda yenir yok bu burda yenir" diye diye, dışarda yemek yemek ateş pahası, her yer isminin başına "tarihi" eklemiş. kim kimi dolandırabilirse.
    - eminönü'yü hiç söylemeyeceğim. hayatımda gördüğüm en kaos ortam. bir deniz kenarı bu derece "bok" edilebilirdi.
    - aşırı dar sokakları ve trafiği de söylemeyeyim.

    iyi yan say deseniz cidden zor. insanlar ayda bir deniz görebilmek için deli gibi çalışıyorlar. facebook mutlusu o insanlar. "beykozda kahvaltıya geldik xdxd" emin olun gelmeden önce 2 saat trafikte takılıp, mekan önünde de 1 saat kahvaltı sırası beklemişlerdir. (evet orada da sıra var)

  • maliyeden hiç anlamayan maliye bakanıdır. ama kurtuluş savaşının mali kahramanı olarak geçer. şöyle ki;

    milli mücadelenin ilk yıllarında maliye bakanı olan hasan bey'i*mali durumun berbat olması sebebiyle muhalefet istifaya zorlamış ve mustafa kemal ve arkadaşları buna sinirlenmişti. çünkü mali durumun kötülüğü şahıslara münhasır bir durum değildi.

    sinirlenen mustafa kemal paşa maliye bakanlığı için “bana maliyeden hiç anlamayan birini bulun” der, çünkü mali durumumuz bilenin içinden çıkamayacağı kadar karışıktır. ve bunun üzerine hasan fehmi bey* 24 nisan 1922’de maliye bakanı olarak seçilir. hasan fehmi bey 2 ocak 1924’de kadar bu görevde kalır, dolayısıyla büyük taarruz sırasında maliye bakanlığı yapmış olur, yani paraya en çok ihtiyaç duyulan zamanda.

    kendisi teşkilatçı ve hesap verme sorumluluğu olan biri. bu yüzden iki ayrı ordu (1. ve 2. ordular) için iki ayrı defterdarlık kurmuş, masrafları belgelendirmiş, öncelikle parayı orduya harcamıştır. kendisinden para isteyen bakanlara, “para ancak yağlı kurşun ile keskin süngüye”, kolordu olan grup komutanlarına araba isteyen milli savunma müsteşarı selahattin adil paşa’ya ise “izmir’de düşmanın elinde istediğinizden fazla otomobil var, orada duruyorlar, gidin alın hepsi sizin olsun” der. böylelikle cimriliği ile nam salar, zor kaynaklardan elde edilen gelirleri en doğru yere yönlendirir, aylarca ödenmeyen maaşların ödenmesini sağlar.

    hasan fehmi bey en ciddi sınavını büyük taarruz öncesinde verir. orduya 1.5 milyon lira para lazımdır, hasan fehmi bey “nerden bulayım” der, mustafa kemal de “ben bilmem, bu göreve bu zor gün için seçildiniz, bir çare bulacaksınız” der.

    bunun üzere hasan fehmi bey gece boyunca hiç uyumaz, sanki ordu taarruza kendisi yüzünden çıkamayacakmış gibi bir hisse kapılır. ertesi gün çareyi bulur. osmanlı bankası’nın ankara şube müdürü mösyö bojeti’yi çağırır ve der ki “ordunun 1.5 milyon liraya ihtiyacı var, bu parayı bana siz bulacaksınız, bulamazsanız milli hükümetin sınırları içinde yer alan 16 şubenizdeki tüm parayı makbuz mukabilinde alırım” der ve kendisine 1 saat mühlet verir. bojeti ise ilk başta karşı çıkmasına rağmen gördüğü kararlılık karşısında “mühlete lüzum yok” der ve parayı getireceği sözünü verir. bunun üzerine hasan fehmi bey büyük bir cömertlikle mösyö bojeti'ye "şimdi demli bir çayı hakettin" der.

    hasan fehmi bey savaş sonrası başarılarından ötürü kırmızı-yeşil şeritli istiklal madalyası ile ödüllendirmiştir.

    kaynakça:
    wikipedia
    sevin dabağ
    haldun cezayirlioğlu
    turgut özakman
    ismail kandemir

  • anayı babayı mahkeme kararı ile reddetme durumu. hadi eymen falan bi nebze de tayyip nedir yahu? babam bana böyle isim koysa cenazesine gitmem lan!

  • internet cafeye polis baskın yapar ve counter strike oynayan çocuklardan birinin yanına gelir:

    +ver bakim kimliğini.
    -abi kimliğim yanımda değil valla.
    +ulan kimlik olmadan ben ne biliyim terörist misin nesin?
    -yok abi. ben kantırım zaten.

  • lafı uzatmadan bence bir filme konu olması gereken gerçek bir hikayeyle kıssadan hisse verecem:

    sene ben diyeyim 1942, siz deyin 43. ikinci dünya savaşı yılları. müttefikler libya, mısır ve suriye'den kaldırdıkları b24 bombardıman uçaklarıyla, nazilerin romanya'daki petrol rafinerilerini bombalamaya gidiyolar.

    saldırı sırasında birçok uçak düşürülüyor. bir kısmının izlenen rota gereği geri dönecek yakıtı yok. az bir kısmı mecbur tarafsız türkiye hava sahasına kaçıyor. bunlardan 3 tanesi ankara'ya inmeyi başarıyor, biri adapazarı'nda bir tarlaya sert iniş yapıyor.

    tarafsızlık ilkesi gereği uçaklara el koyup, 80 civarı mürettebatı enterne ediyoruz. o zamanki hükümetin girişimleriyle abd uçakları bize vermeyi ve ayrıca 5-6 adet abd'li mürettebatı da türk havacılarını eğitmek üzere görevlendirmeyi kabul ediyor.

    daha sonra bu abd'li mürettebat uçakları eğitim ayağına tamir ediyor, içinde yakıt olup hasarlı olan bir uçaktan, hasarsız olup fakat yakıtı biten bir uçağa aktarım yapıp diğer bir takım mürettebatla birlikte kıbrıs'a kaçıyorlar. bir b 10 kaldırıp kovalıyoruz, ama umutsuz vaka, yakalamasına imkan yok*daha sonra hükümetin girişimleriyle uçak türkiye'ye iade ediliyor.

    şimdi gelelim zurnanın zırt dediği yere. kaçan pilotlardan biri, on yıllar sonra hatıratında türkiye'de enterne edildiği günleri şöyle anlatıyor:

    "hiçbir şeyleri yoktu, çok fakirlerdi. açlıktan hepimiz zayıflamıştık, kaçmaktan başka çare kalmamıştı. yiyececek olarak bulabildiğimiz çoğu şey berbattı. bunun tek istisnası, sıcak pide arası beyaz peynirdi."

    2. dünya savaşı yokluk yıllarında esirlerine beyaz peynir yediren türkiye'den, ekonominin anasını silkip, milleti peynir alamaz hale getirip, bir de üstüne utanmadan borazan militan yayın organlarından "aman ha yemeyin.. zararlı" şeklinde alçakça propaganda yapmaya kalkışan türkiye'ye...

    emeği geçenlerin kimler olduğunu hepiniz biliyorsunuz.

    edit: sıcak pide taşfırın ekmeği olacak, beyaz peynir de keçi tulumu. hikaye de tabii ki sözlüğün efsanelerinden olan anglachelm'e aitmiş. onun entrysi olduğunu unutmuşum, ama hikayenin kendisi unutulmayacak kadar iyi:

    https://seyler.eksisozluk.com/…cen-film-gibi-hikaye

  • okumaya başladığım zamanlarda neil gaiman artık kendini tekrar etmeye başladı demiştim ve artık bu fikirden tamamen uzağım. modern zamanların içine hep dinlemekten zevk aldığımız biz de öyle şeyler yaşasak ne güzel olurdu diye düşündüğümüz masalları monte etmek konusunda daha önce çokça takdirlerimizi layıkıyla kazanan yazar, gene güzel bir hikayeyi bu kez londra’nın iki kıyısında (ama alt ve üst kıyılarında) örüyor. üst lonra’da hayat bildiğimiz gibi devam ederken, aşağı londra’da ise şehrin tarihi, efsaneleri, unutulmaya yüz tutmuş kahramanları, varlıkları masal kitaplarında kalmış eski şövalyeleri metronun terk edilmiş duraklarında yaşıyor.
    kişisel fikrim, sandman efsanesinden sonra benim tecrübe ettiğim en genis gaiman anlatımının neverwhere olduğu yönünde. richard mayhew, door, marquis de carabas ve tabii ki mr. croup ve mr. vandemar ikilisi (ki bu ikiliye dikkat!) gibi her biri kendi içlerinde oldukça tutarlı, ilgi çekici ve ayrıntılı işlenmiş tiplemeleri içeren hikaye, belli bir noktadan sonra gaiman’ın alışıldık ve başarılı anlatımı sayesinde ve her cümlesiyle “bitmesin” dediğiniz bir kitap haline geliyor. eskiden soylular için alıcı kuşlar yetiştiren yaşlı adamlar eski lonra’yı, insanların çalışmanın yanında eğlenmeyi de bildiği o eski kenti, o zamanların salaş publarını özlüyor, şimdi sadece british museum’da bir portrede yaşayan melekler çok önceleri suların altında kalan atlantis’in o güzelim bağlarında yetişen üzümlerden yapılan eşsiz şarapları bir daha içemeyeceklerine hayıflanıyor ve londra’nın knightsbridge, ravenscourt gibi metro durakları aslında isimlerini hak ettiklerini okuyucuya anlatıyor.
    `
    neverwhere, gaiman’ı bilenler için mutlaka okunması gereken bir kitap olmasının yanında, yazarın ismini duyup merak edenler için de müthiş bir başlangıç olabilir..