hesabın var mı? giriş yap

  • efendim bu apartman mersin'dedir, karşı apartmanımdır. nedir, nedendir bilinmez böyle bir hareket yapmışlardır. kendi oturduğum apartmanın çatısına mgla logosu yaptırmak suretiyle misillemeyi düşünüyorum.

    görsel

    görsel

    çok kişi nerede olduğuyla alakalı yeşillendirdi. ziyaret etmek isteyenler için kuzeykent'te, servet tazegül kapalı spor salonunun karşısı.

    lan inşaatın adı da nirvana'ymış, yeni farkettim.

    görsel

  • japonya'da bulunan yonaguni adası (asıl adı yonagumi-jima) açıklarında bulunmuş ve gizemi hala çözülememiş yapıdır. denizin 23 metre altında bulunan yapı 182 metre uzunluğa ve 27 metre yüksekliğe sahip.

    1987 yılında köpek balıklarını daha iyi gözlemleyebilmek adına yer araştırması yaparken tesadüfi bir şekilde kihachiro aratake tarafından bulunmuş. 1987 yılında bulunsa da bilimsel olarak keşfi 1997 yılında yapılmış. yapılan testlerde yapının m.ö 10000 yılına ait olduğu söyleniyor.

    yapının gizemi insan tarafından şekillendirildiği/yapıldığı iddiasına yönelik. sebebi ise taş olan yapının çok keskin kenarları, basamak benzeri şekilleri olması ve hatta piramidi andırması. su tarafından bu kadar keskin bir şekilde aşınmış veya şekillendirilmiş olması neredeyse imkansız görünüyor. bu en genel kanı şu anda.

    fakat bazı bilim adamları ise böyle bir şeyin mümkün olmayacağını, o dönemde bunu gerçekleştirebilecek imkanların olmadığı görüşünde. bilinen tarih perspektifinden baktığımızda haklı olabilir bu bilim adamları. ama şöyle de bir gerçek var: (bkz: göbeklitepe).

    göbeklitepe de bilinen tarih kuramlarıyla tamamen çelişen bir yapı. nedense bazı batılı bilim adamlarının olaya yaklaşımı sorgulamaya yönelik değil gibi duruyor bu açıdan. öğretilen ve bilinen şeylerin temelde/başlangıçta yanlış olması demek, dindar kesime din yok demekle aynı etkiye sahip sanırım bazı bilim çevrelerinde.

    not: yabancı kaynaklarda genel olarak yonaguni monument olarak geçse de dilimize çevrilebilecek en mantıklı isim bu gibi geldi bana. yonaguni underwater ruins olarak da geçiyor bazı kaynaklarda.

    freediving yonaguni

  • daha önce de söyleyenler olmuştur, ben de söyleyeyim...
    o bırakılan hava bölümlerinin iki ana amacı var.
    1- nakliye, istifleme ve hatta bakkaldan eve taşırken, hem kendileri hem başka şeylerle temas ettiklerinde maruz kaldıkları hafif basınçlar yüzünden kırılıp kırıntı haline gelmelerini (mümkün mertebe) engellemek ; yani bir nevi hava yastığı görevi,
    2- paketin delik patlak olup olmadığını ve dolayısıyla ürünün bayat olup olmadığını anlamak için. bastırırsın paketi hafifçe, baktın bi yerinden hava kaçmıyor, şiş şiş halen, demek ki paket delik değil ve de içindeki ürün bayatlamış değil; bunu anlarsın.
    öte yandan kimsenin de zaten "bu paket ağzına kadar dolu" iddiası yok. içinde şu kadar gram cips vardır yazar üzerinde ve evet, o kadar gram cips vardır. buradaki taahhüt, içinde kaç gram cips olduğudur. paketin boyu değildir.
    sen öyle her gördüğün şeyin boyuna göre karar verip onu ölçü alırsan, işin iş yani.

  • ben artık türk insanına güvenmiyorum ve malesef iğrenme noktasındayım..

    ben bu kadar hayal aleminde yaşayan ve algı operasyonlarına müspet tepkiler veren toplum görmedim.

    emmanuel eboue arsenal'den yanılmıyorsam 3-3.5 milyon euro gibi bir rakama geldi. fatih terim ilk maçlarda sahaya ujfalusi-servet-gökhan-hakan- sabri-melo-selçuk-kazım-elmander ve eboue şeklinde çıkıyordu. bizim eboue bildiğin sol açık oynuyordu. bazı maçlarda ortasahada da denedik kendisini.

    velhasıl sağ beke geçti..

    eboue ilk iki sene şampiyonlukta yüzde yüz pay sahibiydi. bir kere hızlıydı, ileri geri oynuyordu, dikine gitmesinden ziyade içeri kat ederek hücüm atraksyonlarında etkili oluyordu. ayrıca esasen sağ kanat olduğundan ayaklarına hakimdi ve adam da geçebiliyordu. tek eksiği hava toplarıydı kendisinin.

    ama iyi bir sağ bek olması, o mevkide sabri'nin olması gerçekleri vardı. eboue'nin böyle oynaması sabri'nin yedek kalması demekti ki eboue afrika kupasına gidince sabri kardeşimizin nasıl eboue'den beter olduğunu görmüştük.

    işte bu sebeple müthiş algı operasyonu yapıldı ve eboue üzerinden terbiyesizliğine değinilip durdu. sonra o tutmayınca bu kez kendini atması vs. çıktı ortaya. yok efenim kendi oyuncusu bile tepki vermişmiş.

    ya kardeşim geçin bu işleri her oyuncunun kimine göre eksikleri vardır..

    sergen gelmiş geçmiş en buyuk yetenek ama çalışmazdı, kendine bakmazdı. hakan şükür cemaatçiydi.. ümit karan gece kulüplerinden çıkmazdı. ne bilim bülent korkmaz kazmaydı.. ama bu adamların ve bunun gibilerin hepsi yetenekliydi ve faydalıydı..

    eboue'de faydalı olmuştır bu takıma. son sene oturduğu yerden para kazanmak istememiştir, top oynamak istemiştir ama afedilmedi. sabri de kadro dışı kaldı ama gitmedi bir yere. sonra affedildi ve oynadı. eboue de affedilebilirdi..

    bir çok gelen giden adamdan daha çok faydası oldu eboue'nin bu takıma.. 2 lig, 2 süper kupa, 1 türkiye kupası, ş.ligi 2.tur, ş.ligi ç.final gördü.. real madrid'e, fenerbahçe'ye goller attı..

    arda turan'ın bu kadar faydası olmadı galatasaray'a.. bugün necati'nin bile boue kadar başarısı olmadı bu takımda..

    kimse kusura bakmasın.. filipescu, capone, perez ve eboue gördüğüm en iyi sağ beklerdendi. perez'i sayma. eboue ilk 3'e rahat girer.

  • o çocuk ben olabilirdim.
    sizi temin ederim..

    5 buçuk kilo doğan bir bebektim ben, annem 46 kiloymuş bana hamile kalınca, 9. ayda 72 kilo olmuş. ağırlığının yarısından fazla kilo almış yani. 5 buçuk kilo ve 60 santimetre.. yumuk yumuk tombili bumbik, 1 kilo yanaklı bir bebekmişim.

    ve beni yolda görenler ısırmadan muncurmadan bırakmıyorlarmış..
    işte birgün beni yolda bir prodüktör görüyor, bostancı pazarında.
    bu ne acaip bir çocuk, hemen getirin bana deneme çekimine alalım diyor anneme..
    gidiyoruz çekime, ön eleme yapılıyor. çeyrek finaller, yarı finaller ben hepsinden mutlu ayırılıyorum.
    mutlu ayrılıyorum dediğim, bir sürü cici bebe veriyolar, bol sütlü vitaminli.. besleyici bir şey aynı zamanda..
    daha ne besleneceksem artık?
    neyse..
    son ikiye kalıyorum artık, final oynamak istiyorum zaten..
    finaldeki rakibim geliyor, aman allahım o ne öyle?
    bu çocuk türk değil ki!!
    sarı saçlı maviş bir şey..
    annem sinirleniyor, herkes çok inanmış bana, kıbrıstaki türk temsilciliğinden bile telefonlar yağmış, azerbeycan uyumamış bütün gece..
    ama heyhat! bu çocuk, türk bile değil! bize benzemeyen 1000 kıymetli ya, ben anlıyormuş gibi ağlamaya başlıyorum. annem beni susturmaya çalışıyor. ancak sonucu biliyorum ben..

    o çocuğu seçiyorlar! hiçbirimize benzemeyen o çocuğu..

    ve yıllar sonra bu başlığı görüp iyice anlıyorum.
    1-0 mağlup başlıyoruz biz bu hayata, hem mağlup başlıyoruz hem de her bebe gibi ağlıyoruz. bunda bir gariplik yok.

    not: tüm milliyetçilik duygularımı kullandığım bu yazının tamamı gerçektir. cici bebe türk olsun!

  • benimkisi biraz silahı değil de, silah-ları:

    gustav raylı top:
    tüm zamanların en büyük topu. alman malı olan bu meret, 1942 yılının temmuz ayında gözler önüne seriliyor.
    aslına bakarsak o kadar sofistike bir silah değil. en önemli özelliği büyük olması. yalnızca namlusu 47 metre. gerisini siz düşünün. tüm ağırlığı ise 1350 ton. topun bu denli büyük tasarlanmasının nedeni, fransa'nın tüm kuzey ve doğu sınırlarını kapsayan ve ağır silahlarla güçlendirilmiş maginot savunma hattını delebilmekti. (red alert oynayanlarınız bilir, fransa'nın savunma topları efsanedir, esnetilemez, kırar geçer.) topun mermileri de doğal olarak daha önce görülmemiş boyutta ve ağırlıktaydı.
    alman ordusu 1934'te topun üretimi için önde gelen silah üreticisi krupp ag'yi görevlendirmişti. almanların, maginot hattı'nı delip fransa işgalini başlatabilmesi için projenin 1940 baharına kadar tamamlanması gerekiyordu. ne var ki üretim aşamasında yaşanan bazı aksilikler yüzünden gustav 1941'e kadar test aşamasına geçemedi. ilk defa 1942 başlarında sivastopol'de kullanıldı.
    sivastopol alman saldırısıyla harap olsa da gustav, namlusu devre dışı kalana kadar sadece 48 kez ateşlenebilmişti. oysa testlerde 250 atışa kadar dayanmıştı. gustav'ı atış pozisyonuna getirmek için tam 4000, ateşlemek için ise 500 adam gerekiyordu. 1944'te varşova'daki bir ayaklanmayı bastırmak için kısa süreliğine tekrar ortaya çıkmış olsa da ele geçirilmesini önlemek için almanlar bu alev püskürten yer ejderyasını hurdaya çıkardı.

    sherman crab:
    kendisi bir mayınsavar. 1944 yılında ingiliz elinden çıkan bir icat. önünde taşıdığı dönen bir silindire iliştirilmiş zincirlerle, yola düşenmiş mayınları imha ederek ilerleyen ve böylece arkasından gelenler için yolu temizleyen bir tank üretme düşüncesi, sherman crab ortaya çıkmadan önce de ingiltere'de konuşuluyordu. aslında böyle bir silindiri monte etme fikri, güney afrikalı yüzbaşı abraham du toit'ya aitti. du toit, fikri önce kendi ülkesindeki makine mühendisleriyle paylaşmış, sonrasında ise geliştirmek için ingiltere'ye gitmişti. bu uğurda, 1942'den itibaren sayısız plan, proje geliştirilmiş ve nihayet sherman crab, general hobbart tarafından üretim onayı almıştı. du toit, silindirin kendi motoruyla çalışmasını planlamış olsa da son tasarımda ana motora bağlandı. o, yalnızca bir mayın temizleyicisi değil, silindirin üzerine iliştirilmiş kesiciler sayesinde aynı zamanda bir dikenli tel kesme ustasıydı.
    elbette işlerin aksi gittiği zamanlar da olmuyor değildi. sonraki tasarımlarda düzeltilmiş olsa da zincirler birbirine dolanabiliyordu. öte yandan, yolu temizlerden saatte maksimum 2 km hızla ilerlemesi işlevsellik açısından bir eksiydi. ayrıca, belli sayıda mayın temizleyebiliyordu ve çalışırken zincirlerinin havaya uçtuğu da oluyordu. o zaman da onarmak için zincirleri yerinden sökmek gerekiyordu. ne kadar kusurlu olursa olsun, du toit bu icadıyla savaşa katkılarından ötürü 1948'de kraliyet komisyonu tarafından 13.000 sterlin ödüler layık görüldü.

    goliath tankı:
    namı büyük, kendisi küçük. almanya, 1942'nin başı.
    amerikan kuvvetleri tarafından, böcek larvası anlamına gelen "doodlebug" ismiyle anılan goliath tankları, son derece küçük boyutlarda ve uzaktan kumandalıydı. müttefik tanklarının ya da kamplarının çok yakınına sokulabilen ve gerektiğinde patlatılabilen, tek kullanımlık araçlardı bu tanklar. düşmanları şaşırtmak amacıyla, boyutlarına zıt olarak dev goliath'ın ismi verilmişti. elektrikli veya benzinli bir motorla çalışan, daha sonraları ise iki silindirli bir motosiklet motoru monte edilen goliath, bir kabloya bağlı olan kumandası sayesinde istenilen hedefe yönlendirilebiliyordu. genellikle düşman savunmasını patlatmak ya da mayın temizlemek amacıyla kullanılsa da 650 metrelik menziliyle tanklar karşısında işe yaradığı oluyordu. 7500'ü aşan sayısıyla goliath, savaş sonrasında uzaktan kumandalı cihazların üretimine ilham kaynağı oldu. bununla birlikte, pek de ucuz olduğu söylenemezdi. tek kullanımlık olması ise etkinliğini azaltıyordu. saatte en fazla 10 km hızla yol alabilmesi başka bir dezavantajıydı. bir tanka yetişebilmesi için o tankın neredeyse sabit durması gerekiyordu. kablosu yüzünden menzili de son derece sınırlıydı ve kablonun her an kesilme riski de cabasıydı. o dönemin küçük silahlarının bile delebileceği ince zırhı, onu oldukça savunmasız kılıyordu.

    habakkuk projesi:
    buzdan uçak gemisi. bir hayal. britanya'nın 1943'te ortaya attığı ütopik bir fikir. yeni gemiler üretmek için gereken çelik ve alüminyum kaynakları tükenmeye başlayınca, geoffrey pyke fantastik bir çözüm ortaya sunuyor:
    buzdan üretilmiş bir uçak gemisi. önerisi; doğal ya da insan yapımı olan bir buzdağının kesilip düzleştirilmesi, içi oyularak bir uçak gemisi formu verilmesi ve nihayetinde de okyanusta kullanılmasıydı. pyke, avusturyalı biyolog max perutz ile birlikte bir buzulu nasıl gemiye dönüştürebilecekleri konusunda çalışmaya koyuldu. ne var ki ihtiyaç duyulan boyutlardaki bir buzulun kendi ağırlığıyla kırıldığını fark etmeleri uzun sürmedi. ancak, talaş ve buz karışımından oluşan pykrete'ın keşfiyle umutlar tekrar yeşerdi. bu malzeme yüzüyordu ve sağlamdı, ancak yalıtım ve soğutma gerektiriyordu. kelime, ingilizcede beton anlamına gelen "concrete" ile geoffrey pyke'ın soyadının birleşiminden oluşuyordu. bu keşfin ardından, kanada'daki patricia gölü'nde inşa edilen bir prototip fantastik bir hayali gerçeğe dönüştürse de erimesini önlemek için bir soğutma sistemine ihtiyaç vardı. prototip, erimeden önce sadece üç yaz dayanabildi. başarılı olabildi mi? hayır.

    nellie:
    bunun için churchill'in şapkasından çıkan tavşan diye geçer. 1939 doğumlu bu silah, avrupa'da patlak veren savaşla birlikte, doğal olarak hafızalarda 25 yıl öncesinde yaşanan 1. dünya savaşı'nın neden olduğu sorunlar canlandı. elbette ilerleyen yıllarla birlikte teknoloji gelişmişti. artık, savaşın nede olduğu sıkıntılara daha etkin çözümler üretilebiliyordu. bizzat winston churchill, bu çözümlerden bazılarının fikir babasıydı. piyadelerin önünde ilerleyen ve onları tehlikeye atmadan siper kazıp, savunma hattını uzatabilen "beyaz tavşan" bu fikirler arasında yer alıyordu. bu siper kazma makinesine nellie adı veriliyor. 12 silindirlik iki yüksek hızlı dizel motorla çalışan nellie'nin standart nakliye araçlarıyla saha taşınması imkansızdı. 1940'a gelindiğinde ise küçük ve hızlı hareket eden tanklar siper savaşını gereksiz kılmaya başladı. nellie her ne kadar iyi bir fikir olsa da bu gelişme, ona pek iş bırakmayacaktı.

    anti-tank köpekleri:
    bu yöntem, sovyetler birliği tarafından kullanılmaktaydı. önceleri köpekler, tanklara yaklaşmaları ve altlarına zaman ayarlı bir bomba bırakmaları için eğitilmişti. bu plan pek işe yaramayınca köpeklere bir düzenek ve bir bomba bağladılar. eğitilen köpek hedefe varıp temas ettiğinde düzenek çalışıyor ve bomba patlıyordu. sovyet ordusu bu yönteme 1941-1942 yılları arasında başvurdu ancak çok başarılı olamadı. köpeklerin bazıları daha tanklara ulaşamadan öldürülüyor, bazılarıysa sovyet hatlarına gri dönerken patlıyordu. bir kısmı da doğruca eğitim sırasında görmeye alıştığı sovyet tanklarına koşuyordu.

    güvercin füzeleri:
    abd'li psikolog ve mucit burrhus frederic skinner, füzelerin içine koyulacak güvercinlerin önüne yerleştirilen ve aynı zamanda üzerinde füzeyi yönlendiren sensörler bulunan ekranlar planlamıştı. güvercinlerden, ekranda doğru hedefi, örneğin bir düşman gemisi gördükçerinde ekran üzerinde onu gagalamaları ve görüntü ekranın merkezinden uzaklaşınca hedefi gagalamaya devam ederek onu hep ortada, yani füzenin hedefinde tutmaları bekleniyordu. denemeler sırasında güvercinler hedefi hep ortada tutmayı başarsa da abd ordusu füzeleri kuşlara emenet etmek istemedi.

    yokosuka mxy-7 ohka:
    1945, japonya, roket yakıtlı kiraz çiçeği.
    japon hükümeti, amerikan güçlerinin pasifik'teki japon mevzilerine doğru ilerleyisini durdurmak için elinden geleni yapıyordu. 1944 yılından itibaren kamikaze saldırılarını iyiden iyiye arttırmıştı. 1945'te, tokyo üniversitesi havacılık araştırma enstitüsü'nün yardımıyla asteğmen mitsuo ohta, yeni ve çok daha yıkıcı bir kamikaze uçağı tasarladı. anlamı kiraz çiçeği olan "okha", tek kişilik ve roket güdümlü bir bombaydı.
    kısa menzilde kullanılacağı için fazla bir pilotaj tecrübesi de gerektirmiyordu. genellikle mitsubishi g4m "betty" bombardıman uçağına bağlı şekilde havalanan ohka, hedefin yakınına taşınır ve orada salınıverilirdi. deniz üzerindeki hedefine nişan almadan önce havada süzülmeye başlar ve zamanı gelince pike yamak için üç roketini birden devreye sokardı. tam yol dalış sırasında saatte yaklaşık 1000 km'yi bulurdu.

    yarasa bombaları:
    amerika'nın dahiyane fikirlerinden bir diğeri, japonya'da yangın çıkarmayı amaçlayan yarasa bombalarıydı. binden fazla bölmesi olan büyük bir mermi kovanına, kış uykusunda olan ve bedenlerine birer saatli bomba bağlanmış yarasalar yerleştirilecekti. mermi bırakıldıktan bir süre sonra bir paraşüt açılacak ve ardından merminin dış kaplamasının açılmasıyla yarasalar dışarı çıkıp ormanlarda ya da şehirlerdeki bina saçaklarında kendilerine barınak arayacaklardı. yapılan denemeler bu fikrin etkili olabileceğini gösterdi ancak 1945 ortalarına kadar hazır edilemeyeceği anlaşılınca proje rafa kaldırılıyor.

    patlayan fareler:
    ingiliz özel operasyonlar biriminin yöneticisi tarafından tasarlanan bu sinsi fikir, ölü fareleri plastik patlayıcılarla doldurmak ve onları almanya'daki kritik öneme sahip binaların kazan dairelerine yakın yerlerde bırakmaktan ibaretti. bulundukları zaman kazana atılmalarını ve kazanın içindeki patlamanın büyük bir hasar yaratmasını umuyolardı. tek bir farenin infilak etmesi pek etkili olmazdı, ancak beraberinde binanın kazanının da patlamasına neden olursa, hasar tam da istedikleri büyüklükte olabilirdi. bu plan fazla gelişemedi çünkü ilk ölü fare sevkiyatı almanlar tarafından tespit edildi.

    panzer viii maus:
    200 tonluk bir tank, temmuz 1944'te almanların elinde gözlerini hayata açıyor.
    nazi almanyası'ndaki büyük silah takıntısının örneklerinden biri de maus (fare). mihver devletleri'nin birçok süper silah denemesi gibi maus da kendi kulvarında fazlasıyla büyük bir silahtı. 188 tonluk ağırlığı ve en kalın noktasında 200 mm'yi bulan zırhıyla o zamana kadar üretilmiş en yüksek tonajlı ve en kalın zırha sahip tanktı. düşman hatlarını yaracak bir koçbaşı olması amacıyla tasarlanmıştı. müttefiklerin farklı tanksavar silahlarına karşı durabilecek kadar güçlü, ölümcül hasar almayacak kadar sağlam bir yapıya sahip olması amaçlanıyordu. ne var ki birçok sorunla karşılaşıldı. örneğin, onu hareket ettirebilecek güçte büyük motoru içine sığdırabilmek bu sorunlardan biriydi. birkaç motor denendi ama en fazla saatte 20 km hıza ulaşabildi. dahası da var, böylesine devasa bir ağırlığı hangi köprü taşıyabilirdi ki?
    çözüm, maus'un basınçlı bir kabin sayesinde suyun altında ilerleme kabiliyeti kazanması oldu. beş adet sipariş edilmesine rağmen yalnızca iki prototip tamamlanabildi. ayrıca, üzerine monte etmek için ellerinde yalnızca tek bir top bulunuyordu. zaten kısa bir süre sonra sovyet ordusu, böblingen bölgesindeki maus test alanını ele geçirdi.

    büyük panjandrum:
    nam-ı diğer ölüm fırıldağı, 1944 britanya.
    1943 yılıydı ve müttefiklerin avrupa'yı istila etme planları hızla şekillenmeye bşalamıştı. avrupa'nın batı kıyısına yapılacak çıkarma planlarındaki lojistik sorunlarının yanında, norveç ve fransa boyunca devam edip ispanya sınırına kadar uzanan atlantik duvarı savunma hattı da kaygı vericiydi. müttefiklerin, personel yardımı olmaksızın çıkarma gemilerinden sahile inip, hareket edebilecek bir araca ihtiyacı vardı, zira çıkarma sırasında personel ateş altında kalacaktı. aracın sahilde hareket edebilmesi ve nazilerin savunma hattında bir tankın geçebileceği büyüktülte delik açabilmesi gerekiyordu. çözüm, yaklaşık üç metre çapındaki iki tahta tekerlek arasına yerleştirilmiş bir tambur ve tamburun içinde saklı 1 tonluk bomba taşıyan panjandrum'du. kordayt roketleri sayesinde ileri doğru hareket edebilen bu aracın gizli tutulması gerekiyordu, fakat devon'daki halka açık bir plajda, tüm güvenlik uyarılarına rağmen kalabalığın meraklı gözleri arasında test edildi. panjandrum başlangıçta tekneden kıyıya doğru oldukça iyi gidiyor gibi görünse de sonrasında kontrolsüz bir şekilde dönmeye ve farklı yönlere doğru fırlayan roketlerini kaybetmeye başladı. roket sayısını değiştirerek ve dengeyi sağlamak amacıyla merkeze üçüncü bir tekerlek ekleyerek yeni denemeler yaptılarsa da hiçbir zaman panjandrum'u zapt etmeyi başaramadılar.

    güneş silahı:
    bence 2. dünya savaşı'nın en garip projesidir.
    james bond filmlerinde görmeye alışık olduğumuz türden çılgın bir icat. bilinen adı sonnengewehr, türkçesi güneş silahı! alman fizikçi hermann oberth tarafından 1929'da ortaya atılan ilk güneş silahı projesi, dünya'nın yörüngesine yerleştirilen 100 metre çapındaki bir içbükey aynanın, yoğunlaştırılmış güneş ışınlarını istenilen bir hedefe yansıtmayı amaçlıyordu.
    bu fikir, 2. dünya savaşı sırasında alman ordusu topçu birliği tarafından değerlendirmeye alındı. mühendisler projeye dünya'dan 8200 km uzakta, gezegenin yörüngesinde dönecek bir uzay istasyonu da dahil etmişlerdi. bu istasyona, metalik sodyumdan yapılmış 9 km'lik bir ayna bağlanacaktı. ayna ve istasyon, itici roketler sayesinde hareket edip doğru pozisyonu alacak ve hedefe odaklanacaktı. bu büyüklükte bir silahın koca bir şehri yakabileceği ya da okyanusu buharlaştırabileceği düşünülüyordu. doğal olarak proje hiçbir zaman başlamadı, çünkü alman bilim insanlarına göre ihtiyaç duyulan teknolojiyi kusursuz hale getirmek için 50 ile 100 yıl sürebilirdi.

    balon bomba "fu-go"
    kıtalararası bir silah, japonya 1944
    abd savaşa katılmıştı ama şehirleri bombalanan ve tüm altyapısı yerle bir olan diğer müttefik ülkelerinin aksine doğal bir koruma altındaydı. hem doğu hem de batıdaki düşmanlarıyla arasında uzanan koca bir okyanus, ülkeyi tehlikelerden koruyordu. fakat japonlar, amerikan birliklerinin ilerlemesini durdurmak için bir şeyler planladı. patlayıcılarla donatılmış ve pasifik üzerindeki doğal jet akımını kullanarak serbestçe süzülüp abd'ye ulaşacak insansız balonlar üretmeyi planladılar. kağıttan yapılmış ve patates unu ile yapıştırılmış fu-go bombaları amerika semalarına ulaştığında halka korku salacak ve taşıdıkları yüksek tesirli bombalarla binaları yerle bir edecekti. termit bombaları her yeri ateşe vermeye başladığında insanlar panik içinde sağa sola kaçmaya başlayacaklardı. en azından planlanan buydu. fakat bu balonların sadece küçük bir kısmı amerika'ya ulaştı ve verdikleri hasar çok az oldu. japonya'nın hayal ettiği o kitlesel panik ise hiç yaşanmadı. öte yandan, kıtalararası bir silah ilk defa denenmiş oldu. bu girişim, savaş sonrası silahlanma yarışında kesinlikle üzerinde durulacak bir meseleydi.

    avre bobini:
    britanya 1944, overlok makinesi ayağınıza geldi.
    normandiya çıkarması zamanı, fransa kıyılarına yapılacak askeri çıkarmanın planları hız kazanıyor, müttefik güçlerin karşılaşabileceği olası zorluklarla nasıl başa çıkılacağına dair yeni fikirler ortaya atılıyordu. daha öncesinde dieppe'de yapılan sahil çıkarması, piyadeleri korumakla görevli tankların zamanında konuşlandırılamaması gibi zaafları gözler önüne sermişti. tankların bir kısmı çakıllı yüzeyde hareket dahi edememişti. kimi mühendisler, savunma hattını delebilecek patlayıcı yüklü tekerlekler üzerinde çalışırken, kimileri de mayın tarlalarını temizlemenin yolunu arıyordu. kraliyet taarruz aracı mühendisleri (assault vehicle royal engineers) tarafından geliştirilen "avre bobini" taknının çalışma prensibiyse son derece basitti: ardından gelen tanklar için halı döşemek. adını, iki çelik kol arasında taşıdığı kanvas makarasından alan avre bobini, sahile indirilen tankların önünde ilerleyerek onlar için yolu daha elverişli hale getirip, kuma batmalarını önlüyordu.

  • özellikle pazaryeri kültürünün gelişmesi ve pandeminin eticarete olan yönelimi inanılmaz artırdığı bu son 2-3 yılda oluşan ver çılgınlık boyutuna ulaşan bir başka konu da iade çılgınlığı.

    iade her tüketicinin en doğal hakkı. bir ürün sipariş eder, ürün geldiğinde aslına benzemiyordur, hoşuna gitmemiştir, bir hatası vardır ya da fikri değişmiştir, ürünü iade eder. her internet satıcısının riskini aldığı bir masraf kalemidir iade, zira iki yönlü minimum 2x12tl kargo parası çıkar cebinizden ve kar yapacağınız satıştan zarar yazarsınız. o yüzden mümkün olduğunca iyi paketleme, sunum ve iyi açıklama önemlidir.

    ama son yıllarda özellikle trendyol'da oluşan, ardından diğer pazar yerlerine sıçrayan bir kültür var ki aman allahım.. 5 desen elbisenin her birinden 3 beden sipariş edip, kargo gelince deneyip 14'ünü iade eden, pazaryerlerini "bunun bir boy büyüğü varsa onu da verin ikisini beraber deneyim" diyeceği tezgahtar olarak kullanan bir kültür.

    artık insanlar o kadar kaptırmış ki kendini otomatik alışverişe, açıklamaları okumuyor bile. ürün adında "köpek tasması" yazan ürünü ben arama kutusuna kedi tasması yazmıştım ne bileyim diye iade eden mi ararsın, adında "küçük boy oyun topu" yazan ve açıklamada çapını yazdığınız topu "küçükmüş" diye iade eden mi ararsın, aynı anda 4 renk, 2 beden ürün sipariş edip 7'sini iade eden mi arasın. şu anki kargo trafiğinin %20'sini bu kitlenin gitti geldisi oluşturmakta.

    mağazalarda bu siparişleri performans puanı ve ceza sistemi gereğince karşılamak zorunda kalıyor. yine denebilir ki kardeşim bize tanınıyor bu hak, kullanırız sana ne! tabii ki kullanırsınız, ancak bu oluşan ekstra maliyetin çözümünü satıcılar fiyat ve karlılık artırarak çözmek durumunda kalıyor. o yüzden ne yazık ki 20tl'te mal edip 40tl'ye satabileceği ürünü aradaki iadelerin yaratacağı masrafı da göz önünde tutarak 50tl'den satışa sunuyor.

    pazaryerleri müşteri memnuniyet odaklılığının faturasını satıcılardan çıkardığı için zaten onların açısından bir problem yok. o yüzden koşulsuz iadeler vs havada uçuşuyor. olan satıcılara ve fark etmeden aynı ürün için daha fazla ödemek zorunda kalan normal alışverişinde olan müşterilere oluyor..

    en basit örneğini vereyim, yurtdışından distribütörlüğünü aldığım markaların satışını araya petshop sokmadan direk tüketiciye yapıyorum. iş modeli 50tl ye malolan ürünü 15tl pazaryeri komisyonu, 12tl kargo 6tl sarf malzeme ve operasyon maliyeti ekleyip 20tl de kar koyup 100tl ye satmak. zira toptancılık yapıp aynı ürünü 70tl ye petshopa verirsem petshop ürünü 130-150tl bandında satacak (aksesuar kar marjları bu seviyede). bu şekilde iyi kalite ürünü tüketiciye daha uygun fiyata satabiliyorum. ama gelinen nokta da 100tl ye satılacak ürünün fiyatı artık 110tl. artık ürünü alan herkes habersiz bir şekilde gelecek %20 iade oranının yarattığı operasyon bedelini ürünü 10tl daha pahalıya alarak ödüyor (bu oranın sadece %1-2 si tasmanın bedeni uymadığı için vb haklı sebeplerle, gerisi birden fazla beden sipariş verenlerin iadesi) sonuç, artan fiyat ve aynı ürünü daha pahalıya alan normal tüketici.

    edit: konuyu "hey ben vergilerini veren bir vatandaşım adamım, benim haklarım var" diye yorumlayanlara istinaden; konu ürünlerin her renk ve bedenden alınıp denenerek iade edilmesi değil. buyurun dilerseniz milyon tane sipariş verip bir tanesini alın ve gerisini iade edin. konu günün sonunda bunun satıcılara yarattığı kargo maliyetinden dolayı x birime satın alacağınız ürünü x + %10'a almanız. maliyet hesabında artık aynı fire hesaplar gibi iade kargo bedeli oranı hesaplanarak fiyata eklenmesi. yoksa tüketici kanunlarının da, haklarının da farkında ve sonuna kadar arkasındayım. ileride bu davranışın düzelmesi konusunda da herhangi bir beklentim yok, hatta daha da beter olacağına eminim. sadece 100 kişiden 80'i bu bahsettiğim şekilde alışveriş yapan 20 kişinin yarattığı ek masrafın bedelini daha yüksek fiyata ürün alarak ödüyor, bunu belirtmek istemiştim. yoksa sikmişim ingiltere'sini..

  • - merhaba.
    - merhaba. (gülümseyerek)
    - bir adet malbuş alabilir miyim?
    - tabi buyrun. (gülümseyerek)
    - paket değil dal ya.. dal sigara yok mu?
    - maalesef.. (gülümseyerek)
    - yapacağınız işi s.keyim.
    - :( (gülümseyerek)

  • kavga için 10 yıl verildiğini düşünenler var sanırım. cezadaki en büyük kalem "kişiyi silahla hürriyetinden alıkoyma". kişiyi evine çağırıyorsun, arkadaşlarınla beraber biber gazı sıkıp, zorla bir odaya kilitleyip, hep beraber dövüyorsun. sokak kavgası değil bu olay. biraz okuduğunuzu iyi anlayın ve değerlendirin. o odada kızın kaçacak hiçbir yeri yok ve tek başına kaldığı için kızı orada dilim dilim kesseler kimsenin haberi olmayacak.

  • 70 lerde her seçim öncesi tapu dağıtılırmış, 2000 lerde askeri operasyona evrildi. seçim tanrıları kan istiyor.