hesabın var mı? giriş yap

  • röportajlarından çeşitli alıntılar:

    "bir sinema filminin yapımında kurgudan önce atılan her adım, o filmi kurgulamak adına atılmıştır."

    “oyuncularla önce genel olarak kişilikten, sonra da çekilecek sahneden konuşuruz. o sahnedeki oyun, kişiliğin genel çizgisinden farklı olabilir çünkü. sonra çekim yerindeki ilk provanın zor ânı gelir çatar. bu her zaman bir sürprizdir. konuşmaları değiştirmek, bazı düşünceleri unutmak, yenilerini bulmak gerekebilir. ama asıl anlamıyla çekime gelince, bu bir sorun değildir. asıl zor olan provalarla sahneyi istenilen kıvama getirmektir.”

    “yazarların, ressamların veya film yapımcılarının bir şey söyleme amacıyla bir yapıt meydana getirdiklerini düşünmüyorum. onların hissettikleri bir şey var ve sanatı seviyorlar; kelimeleri, boyanın kokusunu veya selüloidi veya fotoğrafları ya da oyuncularla çalışmayı. hiçbir gerçek sanatçının, kendisi öyle düşünse de hissetmediği bir şeyi yaratabileceğini düşünmüyorum.”

    “filmlerde üslupla ilgili beni özellikle etkileyecek herhangi yeni bir fikre rastlamadım. bence üslubun özgünlüğüyle ilgili kafa yormak az çok faydasız bir şeydir. yaratıcı bir zekâya sahip gerçekten özgün bir kişi eski üslupla çalışamaz, değişik bir şey yapar. diğerleri üslubu daha ziyade yerleşmiş adetler olarak düşünür ve bu adetler dâhilinde çalışmaya uğraşırlar.”

    “melodram, sonuç olarak dünyanın adil bir yer olduğunu göstermek için size, başkişileri etkileyen tüm sorunları ve felaketleri sergiler. trajedi ise, yaşamı melodramdan daha dürüst ve gerçeğe yakın bir biçimde sunmayı dener ve insanda bir pişmanlık, bir üzüntü duygusu bırakır.”

    “uyuşturucunun aslında sanatçıdan daha çok izleyiciye faydası olduğuna inanıyorum. evrenle bir olma hayali, çevredeki objelere anlam vermek, huzurun ve rahatlığın hâkim olduğu ortam, bir sanatçı için ideal durum değildir. uyuşturucu mücadeleyi, muhalefeti ve fikir ayrılığını kuvvetlendiren yaratıcı kişilikleri durgunlaştırır. sanatçı yaptığı işi aşmaya çalışmalı, kendisiyle bilinçaltı arasına herhangi bir şeyin etki etmesini engellemeli. beni lsd karşıtı yapan şeylerden birisi de, lsd kullandığını bildiğim kişilerin hepsinin gerçekten ilginç ve insanı harekete geçiren şeylerle, uyuşturucunun sebep olduğu evrensel mutluluk arasındaki farkı ayırt edemeyecek kadar aciz olmasıdır. tamamen yeteneklerini kaybetmiş ve hayatın insanı en çok mutlu eden yanlarıyla bağlarını kesmiş gibi görünüyorlar. belki de her şey güzel olduğunda, hiçbir şey güzel değildir.”

    (barry lyndon hakkında) “film için yalnızca 18. yy müziği kullanmayı düşünmüştüm. evimde, bu yüzyılın tüm müziğine sahibim, uzunçalarlarda. ne yazık ki, tüm bu müzik içinde aşkın sıcaklığını, ihtirasını yansıtan hiçbir şey bulamadım. böylece birkaç yıllık bir aldatmaca yaparak, aşk sahneleri için ‘shubert’in ‘trio’sunu kullandım. 1814’lere doğru yazılmıştı bu eser. tümüyle romantik olmaksızın, trajik bir romantizm etkisi taşıyordu.”

    “çok fazla tekrar yaptırıyorsam, hiç kuşkusuz bu durumlarda oyuncular repliklerini yeterince iyi bilmedikleri içindir. bir oyuncu bir şeyi bir defada yapabilmelidir; eğer repliklerini ancak onları söyleyebilecek kadar öğrenmişse, sahnenin duygularını aktarmakta sorunlar yaşar. duygusal yanı güçlü bir sahnede, çekimi fazla plana bölmemek en iyi yoldur; tek planda çekmek, oyuncunun duygunun devamlılığını sağlamasına imkân verir. çoğu oyuncu en iyi performansı bir iki defadan fazla yakalayamaz.”

    "tanrı fikri bütünüyle mantıksızdır."

    “beyanat vermeyi sevmem. insan, niyetleri üstüne esprili ve parlak bir özet verme zorunluluğu duyar. ya da üslubundan veya tekniğinden söz etmek zorunluluğu... oysa bunu çok iyi yapan eleştirmenler var. söyledikleri sizin yapmak istediğinizle ilişkili olmasa bile! barry lyndon eleştirmenleri şaşırttı. çünkü film üstüne konuşmaktansa film çevresinde konuşmaya vesile oluşturan çağdaş sosyal sorunlardan söz etmiyordu. dr. strangelove’da (dr. garipaşk) nükleer savaştan, 2001: a space odyssey’de (2001: uzay macerası) dünya ötesi zekâlardan, a clockwork orange’da (otomatik portakal) geleceğin toplumsal yapısından veya şiddetten bahsedildiği gibi.”

    "hiçbir sanatçının, hatta kendisi öyle sansa bile, didaktik bir tavırla yarattığını sanmıyorum."

    "charlie chaplin’in çekimleri kesinlikle sinematografik değildi, ama çektiği şeyler olağanüstüydü; ekranda harika şeyler olup bitiyordu. sergei eisenstein sahte ve yapay şeyleri çekiyordu; ama bunlar sinematografik açıdan mükemmeldi. elbette bu iki yönetmenin çekim tarzını birleştirmeyi başarırsanız, en iyi filmi yapmış olursunuz."

    "yirminci yüzyılın insanı, bilinmeyen bir denizdeki dümensiz bir teknede başıboş, bir kenara atılmış gibidir. yaşamın anlamsızlığı, onu kendi anlamını yaratmaya yönlendirir. eğer bu yazılabilir ve düşünülebilirse, film de yapılabilir."

    "film çekmenin görsellikle ilgili tarafı bana hep en kolayı gibi gelmiştir; zaten bu yüzden görselliği öykü ve hareketlerden sonraki bir iş olarak ele almaya özen gösteririm."

    (the shining hakkında) "jack otele geldiğinde psikolojik olarak otelin cinayet arzusunu yerine getirmeye hazır durumda. kızgınlığının ve hüsranının tamamen kontrol edilemez hale gelmesine çok az kalmış. bir yazar olarak başarısız. hor gördüğü bir kadınla evli. otelin güçlü kötücüllüğünün merhametine kalınca, karanlık rolünü hemen üstleniyor."

    "yorumların çekişmelerini düşünmem, her zaman en iyisi filmin kendisinin konuşmasıdır."

    "20. yy. sanatının en büyük yanlışlarından birisinin ne pahasına olursa olsun özgün olma çabası olduğunu sanıyorum. beethoven gibi büyük yenilikçiler bile daha önceki sanattan tümüyle koparmıyorlardı kendilerini. yenilemek, geçmişi terk etmeden ileri gitmek olmalıdır."

    “kamerayı, sahneyi prova ederken düşünmemek genellikle en doğrusudur; tersi durum sahnenin bir bütün olarak etkileyiciliğini zedeler.”

    "evren bize tanrısal görünen bir düzenin zekasıyla dolu olmasaydı şaşırırdım. sadece bizim galaksimizde yaklaşık 100 milyar yıldız ve görünebilir evrende yaklaşık 100 milyar daha galaksi var. bu yüzden evrende bizden binlerce ya da milyonlarca yıl daha gelişmiş olan zeki canlıların yaşadığı milyarlarca gezegen varmış gibi görünmektedir. insanların -evrenin kronolojisi içerisinde bir mikrosaniye kadar kısa bir süre olarak kabul edilebilecek- birkaç bin yıl içerisinde gerçekleştirdiği büyük teknolojik atılımları düşünecek olursanız, bu kadar eski yaşam formlarının evrimsel gelişimini hayal edebiliyor musunuz? en iyi ihtimalle zihinler için kırılgan birer kabuk vazifesi gören biyolojik varlıklar olmaktan çıkıp ölümsüz makinelere dönüşmüş olabilirler ve ardından, bilinemeyen, sonsuzluk kadar uzun bir süre içerisinde, saf enerji ve ruha dönüşmüş varlıklar olarak maddi kozalarından çıkmış olabilirler. potansiyelleri sınırsız ve zekaları insanların idrak bile edemeyeceği seviyede olabilir."

    “perde büyülü bir dünyadır. öyle bir gücü vardır ki, duyguları başka hiçbir sanat formunun yanına bile yaklaşamayacağı bir şekilde ortaya çıkarır.”

    “insanın hayvani ve vahşi doğasıyla ilgileniyorum; çünkü bu onun gerçekçi bir portresidir.”

    “bir film yapımcısının, eline bir parça kâğıt alan bir roman yazarı kadar özgürlüğü vardır.”

    “eğer bir şey yazılabiliyor veya düşünülebiliyorsa, filme çekilebilir.”

    “hayatın anlamsızlığı, insanı kendi anlamlarını yaratmaya zorlar.”

    “okulda bulunduğum süre boyunca hiçbir şey öğrenmedim ve 19 yaşıma kadar kendi isteğimle bir kitap okumadım.”

    “belki saçma gelecek ama genç yönetmenlere önereceğim şey ellerine bir kamera ve film alıp herhangi bir konuda film çekmeleridir.”

    “genellikle elinizdeki malzeme çok değerli ve heyecan verici ise filmi nasıl çekeceğinizin önemi yoktur; asıl zor olan neyin çekileceğidir.”

    “bence okullarda yapılan en büyük yanlış, çocukları korkuyla motive ederek bir şey öğretmeye çalışmaktır. not alma korkusu, sınıfta kalma korkusu gibi. bir konuya ilgi duyarak öğrenmek ile korku ile bir şeyi öğrenmek arasında nükleer bir patlama ile bir kıvılcım kadar fark vardır.”

    “suçlulara ve sanatçılara karşı garip bir zaafım var. her ikisi de hayatı olduğu gibi kabul etmiyor. her hazin hikâye, gerçek hayattaki olaylarla çelişki içinde olmalı.”

    “hiçbir zaman tek bir film ile olağanüstü bir başarı kazanmadım. benim şöhretim yavaş yavaş oluştu. şimdi bana, başarılı bir yönetmen olduğumu ve birçok kişinin benim hakkımda iyi şeyler söylediğini söyleyebilirsiniz. ama aslına bakarsanız hiçbir filmim tamamen pozitif eleştiriler almadı ve gişede çok büyük hâsılatlar elde etmedi.”

    “aklıma film yapma düşüncesini getiren şey, bir sürü berbat film izlemiş olmamdı. sinemada oturup şöyle düşünüyordum: ‘filmler hakkında pek fazla bir şey bilmiyorum; ama bundan daha iyi bir film yapabileceğime eminim.”

    james joyce’un olağanüstü güzel bir tümcesi var: ‘kaza, keşfe doğru giden yoldur.’ der. eğer bir rastlantı sonucu bulunan bir şeyi kullanmayı bilirseniz, bu yaptığınıza bir boyut ekleyecektir. filmlerin birçoğu futbol maçlarına benzer. bir genel taktik vardır. ama topun düştüğü yer ve oyuncuların o anda bulundukları noktalar, kullanabilirseniz daha iyi oynamanızı sağlar.”

    “kendimi biraz iz üstündeki dedektiflere benzetiyorum. örneğin barry lyndon için gerek duyabileceğimiz tüm bilgileri toplayan bir katalog sistemi kurdum. o dönem tablolarını el altında bulundurmak için piyasada satılan tüm sanat kitaplarını bir araya getirdim. giysilerin tümü bu tablolardan kopya edildi. çekime geçmeden önce gerçek anlamda hazırlığımız bir yıl aldı. öyle sanıyorum ki sinema, anlattığı öyküye inandırmak zorundadır.”

    “birçok insanın normal görünmek için gerçek olmayan bir dizi pozlar verdiği, bir tür gri hiçliği kabul ettiği bu dünyada, suçlu ve asker en azından bir şeye karşı ya da bir şeye taraf olma meziyetini gösteriyor. kimin daha fazla fesatla uğraştığını söylemek zor --suçlu, asker veya biz.”

    "bir film kurgudan ziyade daha çok müziğe benzer -ya da benzemelidir. ruhsal durumların ya da duyguların birbiri ardına ilerlemesi olmalıdır. duygunun gerisinde yatan konu, anlam, hepsi sonradan gelir."

    edit: imla

  • ofiste sesli okudum ve hepberaber sesli güldük.

    bir tane akıllı adam da çıkıp diyemiyor mu "aga biz bunları yazdık da çok salak oldu be" diye.

  • "yatağımın karşısında bir pencere var. odanın duvarları bomboş. nasıl yaşadım on yıl bu evde? bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? ben ne yaptım? kimse de uyarmadı beni. işte sonunda anlamsız biri oldum. işte sonum geldi. kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım."

    -tutunamayanlar-

  • -kopeklerini evlendireceklerini soyleyen komsunun evlilik davetiyesi verip dugune davet etmesi. (oha) neyse peki oyle olsun bakalim diye gunu geldiginde yola cikip gidildiginde, dugune uygun olmayan kiyafetle (!) gelindigi bildirilerek kapidan giremezsin diye geri cevrilmek istenmesi. arkadasla birbirimize donup "ne diyo la bu, bu nedir la" bakisi atmamiz. neyse dugun(!) sahipleriyle baglantiya gecip bir sekilde iceri girmemiz. ve evet tipik amerikan dugunu gibi millet masalarinda icki icerken kopek sahiplerinin evlilik yeminlerini kopekleri adina etmeleri, kopeklerin cok sekil giydirilmesi ve milletin harbi harbi evleniyorlar diye mutluluk goz yasi dokmesi bunlar olurken benim dayanamayip hayvan gibi gulmem ve pis bakislarin hedefi olmam. "sorry, they are so sweet" diye yalandan kivirmam.

    -arabayi park ederken arkadan arabaya tak tak diye vurulmasi. polisin park cizgisini az gectim diye ( 1-2inch disarda) ceza yazmaya kalkmasi. benim "baba napiyon yapma, isa askina lutfen, kurban olam" serzenislerime aldirmamasi benim de caresiz beklerken cakallik yapip "iyi de sen arabama vurdun ben daha park etmedim" demem uzerine bir sure dusundukten sonra "hmm aslinda haklisin ama bak bi daha yapma" diyip cezadan yirtmak, benden sonra gelen kurbani tam olarak arabadan cikmasini beklemesi ve o ciktiktan sonra parkin disarda mi diye kontrol edip disarda olduguna karar verip kadinin yakarislarina aldirmadan ceza yazmasi. (benim bokuma kadina patladi)

  • "*bourdieu'ya göre sermaye, sosyal “ayrım'ın* aracı ya da enstrümanıdır. yani, sermayeye erişim, sermayeye sahip olmak vb. yoluyla, sosyal sınırlama ve hiyerarşi vuku bulur. ya da, sermayenin toplumsal sınırlama için bir oyun olduğu söylenebilir”. bu manada sermaye, hem aktörün içinde bulunduğu sosyal alanı hem de aktörün ait olduğu habitusu belirler." kaynak

    deren talu da sahip olduğu beden sermayesini* (ek.) sosyal hiyerarşide yer edinmek için kullanan ve farklı sermaye türleriyle*** piyasada* takasa sokarak genetik sermayesini sosyo-kültürel/ekonomik hiyerarşide** birkaç basamak daha tırmanmak ya da başkalarının tırmanmasını ve sınıf/habitus geçişkenliğini kolaylaştırmak için metalaştıran bir kızımız gibi duruyor. başlığa bakılırsa bu ticaretin alıcısı da var.

    aslında tüm sosyal ilişkiler, etkileşimler, örüntüler -özünde- sahip olduğumuz sermaye türlerinin takası ile ortaya çıkan piyasa faaliyetlerinden başka bir şey değil.

  • çok güzel ve mutlu bir video. imrendim doğrusu, çok tatlı tepki vermiş.
    benim babam istediğim üniversiteyi ve bölümü kazandığımda bile “boğaziçini neden kazanmadın” demişti.

  • zaman:2002, yer: roma, interrail sirasinda tanisilan alman bir cocukla -ki adi john boy'du- muhabbet edilmektedir. ingilizce yazmak zorundayim yoksa bir manasi yok.

    john: i like doner a lot. so how can i say "i want one doner" in turkish?
    ben: you should say "bir doner istiyorum".
    john: can you write it here, so i can spell.
    (kagida once turkce olarak "bir doner istiyorum" yazarim. cocuk duzgun telaffuz edemeyince, o okunusu veren ingilizce kelimlerle anlatmaya calisirim)
    -"beer doner is tea your um"-
    john: biir doner iz-tii-yor-um.. that's it?
    ben: yep.
    john: cool.. but you know, when i go to turkish restaurants in berlin, the turkish guys always use some words like "be" and "ulan". what does "ulan" mean?
    ben (hadi buyrun): hmm.. "ulan" is a turkish lingo. it doesn't have an actual meaning but it adds a more serious feel to the sentence. like, "gel" means "come" in turkish; but if you say "gel ulan", it's more serious like "come here right now" or something.
    john: hmm ok. what about "be"?
    ben: not the same thing but similar.
    john (aha burası): ok then.. so when i go to the restaurant, i'm gonna say "ulan biir doner iztiiyorum be"
    ben: hahahaha!
    john: ??