hesabın var mı? giriş yap

  • bim'den içeri girildiğinde insanın dört bir yanını saran kocaman bir boşvermişliğin, zihnin en ücra noktalarına sirayet eden o anlamsız hiçliğin tüm bedendeki tezahürüdür. evet, gözyaşartıcı bir gerçek bu anlamsızlık. o gelişigüzel sıralanmış, ilk bakışta reçel mi yoksa otlu peynir mi olduğu anlaşılmayan ürünlerin arasından geçerken, sağa sola atılmış kolilere basa çarpa ilerlerken hissedilir. çalışanların o android görüntüsünü izlerken sorgularsınız hayatı. neden allah'ım, neden!!? diye isyan edersiniz ama artık çok geçtir her şey için. bim'in sarmalları arasında yok olmaya, hiçliğin içine doğru yol almaya başlamışsınızdır çoktan. çok geç. evet. çok. geç.

  • one ring to rule them all, one ring to find them, one ring to bring them all, and in the darkness bind them.
    yüzüklerin efendisi tabii ki tek yüzüktür, hepsine hükmedecek tek yüzük (bkz: the one ring).

    tek yüzüğün efendisi evet sauron'dur. nitekim gandalf da bu durumu "there is only one lord of the ring, only one who can bend it to his will. and he does not share power." şeklinde ifade etmiştir.

    ancak yüzüklerin* efendisi derken kastedilen sauron değildir. the lord of the rings trilogy, sauron üçlemesi değil tek yüzük üçlemesidir. aslında baştan sona bütün olay tek yüzüğün etrafında döner. yüzüğün bulunması, taşınması, yok edilmesi. tabii dolayısıyla süreçteki karakterler ve onların hikayeleri de olaya dahil oluyor. eyyorlamam bu kadar.

    debe editi: hannon le*

  • işim sebebiyle bir devlet kurumuna iletilmiş evrakın akıbetini sormak için kurumu aramak zorunda kaldım. başka işler sebebiyle gidemedim zaten telefondan bilgi almak yeterliydi. tam 5 gün çeşitli saatlerde aradım. santral açıyor yönlendirdiği kişi açmıyor ve telefon kapanıyor. sonraki hafta işlerimi ayarladım ve kuruma bizzat gittim. haliyle genel evrak bölümüne uğradım. içerde bir kadın az sonra ilgili gelecek dedi bekledim. kadın yanında bir çocukla geldi. oturdu. çay koydu çayını yudumladı. evrakı sordum falanca hanıma git bak yukarda dedi eyvallah dedim. falanca hanım diğer hanımlarla sohbet halindeydi. ben bilmiyorum yanda filanca bey var dedi gittim. filanca bey çay içiyordu o da bilmiyormuş evrak bulunamadı. hepsine diyorum ki telefon ettim kaç kere. cevap aynı ayy çok yoğunuz!!!

    evraktaki hanıma tekrar gittim. işi zaten gelen evrakları bilgisayara girmek. yani kimde nerde bulunması “ara” sekmesine iki kelime yazmasında bitiyor. offf puff dedi monitörü açtı(!) tam o sırada yanındaki çocuk kadına sordu: yaptığın iş zor mu diye. kadın da evet çok zor dedi. çocuk bir kaç saniye baktı ne var bunda ben de yaparım dedi. ben güldüm. kadın göz ucuyla bana baktı mahçup mahçup güldü. sonra bulamadı evrakı. siz şurayı arayın bi dedi. aradım. orası da yardımcı olmadı. bakın dedim fazla zamanım yok çok oyalandım. bu evrak burda biliyorum. çıkmam lazım telefon ediyorum açılmıyor buna bir çözüm bulalım. kadın tamam dedi dahili numara veriyorum. bir kağıda yazdı verdi. tam çıkarken bir baktım falanca hanımla filanca beyin dahili numarası. eee dedim buranın yok mu? offlaya pufflaya iliştiriverdi. çünkü ya onu ararsam?!

    bu abla ve diğerleri memur. akşam 5e kadar çalışıyorlar. pandemi kısıtlamaları vardı hatta muhtemelen erken çıkıyorlardır o dönemde. yaptığı işin zor olduğunu düşünüyor. hani angarya falan değil dümdüz zor olduğunu düşünüyor yani gelen evrakı bilgisayara girmeyi. birçok özel sektör çalışanından fazla maaş alıyor ve işveren faktörü yok çünkü devlet çalışanı. oradan ayrılsa bu performansla özelde iş bulması imkansız. oraya girip çalışmak için deliler gibi uğraşanlar var ama o abla mutsuz. çünkü zormuş:( gerçi uğraşıp başkası gelse o da belki ablamıza benzeyecek. mevzu sadece işverende bitmiyor yani. öyle olsa devlet kurumlarımız falan en azından canavar gibi çalışırdı.

    işini layıkıyla severek yapan herkesi tenzih ediyorum. öyle insanlar da varlar. keşke fazla olsalar. kimse kendisinin işini ne kadar iyi yaptığına bakmadan hep karşıya gömüyor. bu sebeple doğru önerme ve nasıl çözülür bilinmez.

  • yahu bu "can dündar devlet sırlarını ortaya çıkardı" denilen mevzu, can dündar'ın haberinden tam 6 ay önce hollanda parlamentosunda görüşülmüştü.

    kaynak

    ya bu insanlar nasıl dünyadan bu kadar bihaber, mantık muhakeme yürütmekten aciz olurlar cidden anlamıyorum.

    ulan bu nasıl devlet sırrı ki, bütün dünyanın dilinde, parlamentolarında gündem maddesi oluyor?

    rus uçağı düşürüdükten sonra, putin uydu görüntüleri ile destekleyerek, ışid ile yapılan petrol ticaretini ortaya koyuyordu.

    ne biçim sır olm bunlar? sır kelimesinin anlamını yanlış mı biliyorum yoksa?

  • gelecekten gelen insan niye bunu geçmiştekilerin bilmesini istesin ki? düşünün bir kere, 500 yıl sonrasından 2017'ye geliyorsunuz. kaydınız yok, kimliğiniz yok. maç sonuçları, şans oyunları, liderlerin ölüm tarihleri... otu boku biliyorsunuz. günümüzde zamanda yolculuğun mümkün olduğu bilinse öyle herkesin elini kolunu sallaya sallaya gezineceğini mi zannediyorsunuz. gelecekteki adam da azıcık aklı varsa bunun bilincindedir ve açık vermemeye bakar.

    gelecektekilerin sinsice katıldığı hawking'in ruhunun duymadığı partidir.

  • uzucu bir hadisedir.... hele ki ben bilmem esim bilir adli programda topuklu ayakkabi giyen kocasinin pesinden kosarken gorurseniz aci verir ,ama uzulmeyin bir sonraki yarismada 30 adet biber yerken cektigi aci sizin acinizi hafifletebilir ....

  • montaigne ünlü olmadan önce ölüm hakkında çok kafa patlatan ve ölümden endişe duyan bir insanmış zira en iyi arkadaşı etienne de la boetie'yi, babasını, erkek kardeşini ve ilk çocuğunu kaybetmiş; sen ben kadar, belki daha fazla ölüm düşüncesi kafasını meşgul edermiş.

    bir gün malikanesinde çalışanlarla beraber çıktığı bir gezide atından düşmüş ve ölümle burun buruna gelmiş. ağzı burnu kan içinde kalmış, yerinden kıpırdayamamış. bilincini kaybetme noktasına kadar geldiğinde artık kendisi için sonun yaklaştığını, o anlarda aldığı her nefesin son nefes olabileceğini kabullenmiş. bu kabulleniş hayatı yeniden yorumlamasına sebep olmuş. 36 yaşında başına gelen bu olay sonrasında bordeaux yüksek mahkemesindeki görevinden istifa etmiş ve denemeler'i yazmaya başlamış. yaşam, ölüm, korku, arkadaşlık, erdem, vicdan vs aklına ne geldiyse, o gün başından neler geçtiyse, ne hakkında yazmak istediyse yazmış. önceden yazdığı düşüncesiyle/davranışıyla çelişkili bir durum ortaya çıktığında önceki yazısına dönüp değişiklik yoluna gitmemiş; insan hayatının tecrübelerden oluştuğunu, her tecrübenin düşüncelerimizi ve davranışlarımızı değiştirebileceğini ve bunun yaşamın bir parçası olduğunu anlatmış.

    başlık kendi içerisinde ölümü ve yaşamı özetliyor: bir gün ölecek olmak. montaigne yaşarken ölümü düşünmenin bir faydası olmadığını, aksine yaşamın kalitesini azalttığının farkına varabilmiş, bunu yazdıklarıyla aktarmaya çalışmış, bir gün ölecek olmayı kabullenip kalan bütün günlerde yaşamı olabildiğince tatlı yaşamayı öğütlemiş.

    yaşıyor olmanın nefes alıp vermekten ibaret olmadığını en iyi idrak eden ve en iyi aktaran yazarlardan biri montaigne. yaşadığı hayat ve yazdıkları, ölüm düşüncesi sizi korkutuyor olmasa dahi hayatınızı güzelleştirebilir.

    (bkz: nasıl yaşanır ya da bir soruda montaigne'in hayatı)

    http://www.idefix.com/…asp?sid=bm6wdd31ey2ymis44pte
    http://www.amazon.com/…stion-attempts/dp/1590514831

  • öncelikle şunu belirtmeli, amacınız öykü yazmak ve dergilerde yayımlanmasını sağlamaksa, kesinlikle 2000 kelime ve aşağısında öykü yazmaya çalışın. günümüzün edebiyat dergileri hatta internetteki edebiyat portalları bile 2000 den fazla sözcük barındıran öyküleri dikkate almıyor. komik mi? evet. trajik mi? ona da evet. kısa öykü olarak adlandırdığımız formun 7500 kelimeye kadar yolu varken günümüz şartlarında kimsenin buna aldırış ettiği yok, biri mizanpaj diyor, öbürü okuma güçlüğü yaratıyor diyor, bir başkası bahane bulamayıp cortazar’ın şu meşhur veciz cümlesini ezbere söyleyip sırtını dönerek kaçıyor. velhasıl kelam, günümüz koşullarında evrensel standartlara uyarak kısa öykü kaleme alan yazar piyasanın üvey çocuğudur. kulağınıza küpe olsun.

    benden evvel entry girenler pek ala tavsiyelerde bulunmuşlar ama kanımca birkaç önemli noktayı kaçırmışlar. evet, doğrudur, öykü belli başlı safhalara ve tekniklere dayanır dayanmasına ancak önemli olan o teknik ve safhaları alaşağı edecek cüreti kazanabilmek ve bu cüretin varlık sebebini makul bir çerçeveye oturtabilmektir. bunun için de okumak yetmez, okumayı disiplinlerarası bir ölçeğe yaymak gerekir. şayet bunu yaparsanız, edebiyata dair bildiğiniz her şeyin paradigmayla bağlantılı olduğunu, esasta edebiyatın çok az kural ihtiva ettiğini (kadim hikâye arketiplerini kastediyorum) görür, size feyz almanız için önerilen ulu yazarların kerametlerinin kendi zaman – mekânlarının dışında çok da haşmetli olmadığını fark eder, vay anasını feyyaz deyip kahvenizi yudumlarsınız.

    bundandır ki tarih karşısında riske girerek muhalifi olmayı tercih ettiğim yaratıcı yazarlık atölyelerinde eğitmenler daha en baştan, atölyelerin iyi yazar çıkarmaya muktedir olmadığını dile getirip sorumluluğu hemen size, cevherinize atarlar.
    lafı gelmişken söyleyeyim. yazarlık atölyeleri kitaplarından yeterince para kazanamayan bazı yazarların piyasadaki yazar olma heveslisi potansiyel kitleden yararlanmak için ışıltılı, dostane bir tebessüm takınarak oluşturduğu çok güzel bir parsa toplama mekanizmasıdır. hem okurla yazar arasında halkla ilişkiler faaliyeti tesis edilir hem yazar kendini ve ismini pazarlar hem de kısa günün kârı para kazanılır. hepsi böyle değil elbette ama büyük bir kısmının var oluşundaki temel faktör bunlardır. atölyelerin faydası nedir? sizi sizin gibi yazar olmaya heveslenmiş, aynı hayallerle yanıp tutuşan insanlarla tanıştırması, okurken farkına varmadığınız bazı yazma tekniklerini öğretmesi. bir de belirtmeden geçemeyeceğim, bazı kurnaz tipler bu tip atölyelere network kurmak için katılarak yazarlarla ahbap oluyor, kendini sevdirerek bazı edebiyat dergilerinde torpille öykülerini yayımlatıyorlar. peki zararı nedir? aristoteles’in poetika’sından (şiir ve tiyatro için olsa da öykü ve roman yazarı için de ufuk açıcıdır) veya ne bileyim raymond queneau’nin biçem alıştırmaları’ndan rahatlıkla öğreneceğiniz şeyler için ayrıca para vermeniz en asgarisi. asıl zarar, uçsuz bucaksız, olanakları sınırsız edebiyatta zihin dünyanızı bir düzine yazarın sınırlarını çizdiği daracık bir alana hapsetmenize, şahıslara ve zamana ait doğruları evrensel doğrular sanmanıza yol açması.

    yazar kısmısı yazacak konu bulamadığı vakit geçmişin koylarına demirler. zira orada her zaman anlatılmaya hazır hatıra kümeleri barınır. önemli olan o koya gidip anlatacak birkaç hatıra seçmek değil, bunu ben dahil sanırım iyi kötü her yazar yapmıştır, mühim olan o koya kazık çakmamak. bilmem, farkındasınız sanıyorum, şu an türk edebiyatının üçte biri, yazarların hatıralarından oluşmakta. hatta birkaç yazar var ki dayısını, dedesini ondan daha iyi tanıdım, çok lazımmış gibi... hatıralar kesinlikle anlatma becerisi gerektirir lakin yaratma kabiliyetini şart koşmaz. bu yüzden kanımca o koyda çok oyalanmayın, yeni kurgular, yeni olasılıklar, yeni zamanlar, mekânlar yaratın.

    ayrıca, anlatacağınız şey üzerinde titizlenmeniz gerekiyor; konuyu en iyi nasıl aktarırım, hangi anlatıcıyı seçmeliyim, flashbackler olmalı mı, karakterlerimin diyalogları nasıl olmalı, kurguyu tersten mi yazmalıyım gibi gibi sorular sormalı, en doğru olanını seçmelisiniz. bazen öyle şeyler olur ki, aynı öyküyü bir değil, iki değil, üçüncü kere yazarken bulabilirsiniz kendinizi. bu açıdan evet, öykü yazmak roman yazmaktan daha zordur zira roman form itibariyle bazı çaresizliklerinizin, gelgitlerinizin üstünü kapatmaya fırsat verir, öyküde ise bu denli rahat olamazsınız.

    ama son tahlilde, şimdi dirilseler ellerini öpeceğim, hayatları boyunca sadece öykü yazmış birçok yazar olsa da, kanımca roman daha meşakkatli ve mukaddestir. zira roman yeni bir dünya, alternatif bir gerçeklik yaratma cüreti olduğu gibi sabır da gerektirir. çoğu insan iki üç sene tek bir metin üzerinde çalışmayı kaldıramaz. ek olarak öykü formunda hangi yazar iyi, hangisi kötü, kim vasat, kim çalakalem, kim mahir karar verirken metnin dışında çok fazla parametre devreye girerken, roman erler meydanıdır.

    yazar mitosu, yazarın ölümü, tolerans kazanımı, postmodernite ile postyapısalcılık hakkında da birkaç şey yazmam gerekir ama entry hayli uzun oldu, kimse okumayacak. başka zamana artık.

    haydi uğurlar ola.

  • en az 10 yillik satranc tecrubesine sahip profesyonel oyuncularin uyguladigi, siradan oyuncular tarafindan uygulamasi tehlikeli olabilen teknikler butunu.. bilinenleri $unlardir:

    sadece sah'iniz kalmi$sa kuytu bir ko$eye saklanin.. vezir ve filleriyle ortalikta fink atan rakip sizi goremeyince "bu yone gitmi$ olmalilar!" deyip tahtanin yanindan gecip gidecektir.. karanlik bastirinca atiniza atlayip kacin..