hesabın var mı? giriş yap

  • sözlükteki hesabımı kimse bilmiyor. bazen burda yazdıklarımı twitter, facebook sayfamda ''adam iyi yazmış'' diye paylaşasım geliyor.

    sanırım psikolojik sorunlarım var.

  • kimi zaman kisinin kendisini oldurebilecegi sekillerde bile olabilir.

    bir ornek verelim hemen...

    bilindigi gibi, normal sartlar altinda, hicbir ozel cabaya gerek duyulmaksizin suyun ustunde/askida batmadan durabiliriz. bunun en buyuk sebebi de cigerlerimizdeki havanin -ki ortalama bir kisi icin 3 litre civarinda olan akciger kapasitesi, sporcularda 7 litreye kadar varabilmektedir- vucut yogunlugumuzu dusurmesidir.

    bu bilgilerden yola cikarak, cok merakli ve de akilli ben, "ulen akcigerlerimde hic hava birakmadan suya atlarsam bakalim ne olacak?" seklindeki bir soruyu -ki cevabi da belli- kendime sordum. sormakla yetinsem gene iyi... cigerlerimdeki tum havayi son damlasina kadar ufledim... ama arastirmaci bir kisi olarak burada duracak degildim ya... ardindan hemen havuza atladim. yani iyi bok yedim. ahaaa...

    aklima gelen ikinci soru*;
    "hani havuza altadin ama niye gidip en derin yerine atladin be adam?" 5 metre, boru degil ki!!

    evet dogru tahmin. dogal olarak tas gibi dibe coktum... eee cigerlerde de hava yok. yani nefes tutayim desem o da mumkun degil. kol bacak desen onlar da kar etmedi. dedik "buraya kadarmis"... ama benim gibi salaklari dusunduklerinden midir, yoksa malzeme bol geldiginden midir nedir taa havuzun dibine kadar inen korkuluklar vardi. ben de sans eseri o korkuluklara yakin atlamisim. (bunu da suya atladiktan sonra ogreniyorum ha.) onlara tutunup cikabildim yukariya. kisacasi kasla goz arasinda kendimi olduruyordum... sorsan muhendisiz bir de ha. hesap, kitap, mantik... lafmis hepsi...

    hikayemizden cikan sonuc;
    kulaga ters gelecek ama bunu evinizde deneyin. kuvette falan...

  • çok konuşan ama bir türlü restoranın adını ve konumunu söylemeyen anne.

    söylesin de kapsama alanımızdaysa gidip elin eniğinin zırıltısını dırıltısını dinlemeden huzur içinde bir yemek yiyelim.

  • bir gün boğaz kıyısından arabayla geçerken gözün bir yalı dairesine ilişmesinin ardından "kimbilir ne biçim insanlar oturuyor burda milletin dedesinden neler kalmış keşke ben de böyle bir evde yaşasam" diye iç geçirdikten bir ay sonra alakasız bir semtte emlakçıya gidilir, kiralık ev sorulur. emlakçı "ya bir yer var bu gün geldi ben de daha görmedim, ama hem yalı diyorlar hem üç kuruş para söylüyorlar hiç gidip bakmayalım kesin yıkılmak üzeredir böyle yerler" der. gwtw "yok yok bakalım " diye ısrar eder. arabaya binerler, boğaz kıyısında bir ay kadar önce iç geçirilen yalının önünde dururlar. emlakçı evi görünce dumur olur, gwtw de dumur olur, evin içine atlar, ev sahipleri çok yaşlı ama varlıklı ve para pulda gözü olmayan, sadece üst katlarında oturacak güvenebilecekleri sevecekleri birini arayan tonton insanlardır. gwtw evi tutmuş vaziyette kapıdan çıkar. sonra bir miras davasına dek yuvarlak camlarından huzurla boğazı seyrettiği evinde oturur, camın önünden eve bakıp geçen insanlara el sallar. bence doğaüstüydü, hem ev, hem olay. milli piyango, size de çıkabilir.

  • (erkekseniz) eğer evden fazla pijama çıkmazsa "mühim değil ben donla yatarım" gibi laflar ederek ev ahalisiyi tedirgin etmeyin. daha makul bir formül bulun. ne olduğunu bana sormayın, ben de bilmiyorum.

  • türkiye'nin özünü anlatan bir tespit.

    çünkü:

    1. biz ona onu yapacak imkanları vermedik ki? hangi imkanla yapacak?

    2. kendi imkanlarıyla yapmaya kalksa bile çoktan başkalarının onu aşağı çekmiş olması gerekirdi. o aşağı çekenlerden nasıl kurtulacak?

    imkansız yani yapması.

    1992 yılında (15 yaşındayım) turbo pascal'da hem object oriented programming öğreniyorum (deneme yanılmayla, çünkü hiçbir kaynağım yok). bir yandan abimin yolladığı unixworld dergisindeki workstation'ların masaüstü grafiklerine hayran hayran bakıyorum (nextstep, open look, motif vs). o yüzden de öğrendiğim kadarıyla grafik arabirimli bir şeyler kodluyorum.

    bu grafik arabirimli araçları dim-soft'ta fatalica'nın kardeşi faruk'a gösteriyorum. sonradan öğrenmiştim ki ben gösterirken seyreden ruthcom bilgisayarın sahibi ibrahim arkamdan "yok ya o yapmamıştır" demiş. faruk adamı "yok abi yazıyor hakkaten" falan dediyse de ikna edememiş benim yaptığıma.

    bu beni hem gururlandırmış (zira yaptığım şeyin süper olduğunun en samimi itirafı olmuştu), hem de sinirlendirmişti. sadece adamın ülkede 15 yaşındaki birinin düzgün bir şeyler yapmasının imkansız olduğunu düşünmesi değil, aynı zamanda o yaştaki birinin büyük ihtimalle yalancı bir sahtekarın teki olduğuna olan bu kati ve kesin inancı da.

    bu adam özelinde de değil, tüm ülke çapında, bakanına "bizden mucit çıkmaz" dedirtecek kadar ulusal boyutta bir eziklik. çünkü kendi varlığı anca diğer herkes eşit ölçüde ezik olduğunda kayda değer anlamlı bir hal alıyor.

  • persona filmi hakkında (yukarıda bir kısmı alıntılanmış) şöyle bir itirafta bulunmuştur:

    "persona, yaratıcısını kurtaran bir yaratıdır. iki kez zatürree ve antibiyotik zehirlenmesinden mustarip bir hastaydım. kelimenin tam anlamıyla üç ay boyunca dengemi kaybettim... hastanedeki yatağımda oturup tam önümdeki kara bir lekeye baktığımı hatırlıyorum çünkü kafamı kıpırdatsam bütün oda dönmeye başlıyordu. artık hiçbir şey yaratamayacağımı düşündüm. bomboştum, neredeyse ölüydüm... bir gün birden, iki kadının yan yana oturup ellerini karşılaştırdıklarını düşünmeye başladım. bu tek sahneyi muazzam bir güç sarfederek not edebildim. sonra, birinin konuştuğu ötekinin sustuğu iki kadın hakkında çok küçük bir film yapabilsem -belki 16 mm- benim için o kadar zor olmayacağını düşündüm. her gün biraz biraz yazdım. öyle hastaydım ki uzun metrajlı bir film yapmak henüz aklımdan geçmiyordu. ama kendimi buna alıştırdım. her sabah onda, yataktan kalkıp masaya geçtim, oturdum, bazen yazdım, bazen yazamadım. hastaneden çıktıktan sonra, deniz kıyısına gittim. hâlâ hasta olduğum halde senaryoyu bitirebildim ve planı gerçekleştirmeye karar verdik. yapımcı çok anlayışlıydı. sürdürmemi, pahalı bir proje olmadığı için kötü olsa bile her an bırakabileceğimizi söyleyip durdu. temmuzun ortasında filmi çekmeye başladım. hâlâ hastaydım, ayağa kalktığımda başım dönüyordu (…) bir gerçeklik krizi beni düşüncemi açıklamaya yöneltti. gerçek nedir ve kişi ne zaman gerçeği söylemelidir? cevabı o denli güç geldi ki sonunda gerçekliğin tek biçiminin sessizlik olduğunu düşündüm. sonunda, bir adım daha ileri giderek, bunun da bir rol, bir cins maske olduğunu keşfettim. ihtiyaç duyulan şey bir adım ötesini bulmaktır."

    edit: güncelleme