hesabın var mı? giriş yap

  • -1976 yılında ronald shusett ve dan o’bannon, philip k. dick’in 20 sayfalık kısa hikayesi we can remember it for you wholesale’i filme uyarlamak için anlaşmışlar. aynı yıl hikayenin telif haklarını satın almışlar. bu kısa hikayeyi film için kurgularken çok zorlanmışlar. senaryo son haline gelinceye kadar 40’tan fazla kez revizyona uğramış.

    -ilk başta yapımcı olarak dino de laurentiis ile yönetmen olarak da david cronenberg’le anlaşmışlar. cronenberg ilk başta bu profe için the fly’ı reddetmiş. ancak cronenberg proje üzerinde bir süre çalıştıktan sonra yaşanan anlaşmazlıklar yüzünden projeden ayrılmaya karar vermiş ve the fly'ın yönetmenlik koltuğuna oturmuş.

    -david cronenberg, philip k. dick’in orijinal hikayesine bağlı kalmak istediği için projeden ayrılmış olsa da, sinema salonuna total recall olarak ulaşan filme kendisinden bazı miraslar bırakmış. marslı mutantlar ve liderleri kuato gibi.

    -senaryo ve yönetmen karmaşalarının yaşandığı bu süreçte projeden haberi olan arnold schwarzenegger filmdeki role talip olduğunu dino de laurentiis'e bildirir fakat reddedilir. orjinal hikayeye bağlı kalmak istediği için cronenberg’le anlaşamayan laurentiis, douglas quaid karakterinin ise orjinal hikayedeki gibi olmasını istemektedir. douglas quaid, philip k. dick’in eserinde karısı tarafından aşağılanan, daha heyecanlı bir hayat düşleyip mars'a gitmek isteyen sıradan memurdur. bu bir rol için düşünülen ilk oyuncu richard dreyfuss olmuş. daha sonra william hurt ve patrick swayze gibi isimler düşünülmüş.

    -bir süre sonra laurentiis’in yapım şirketi de laurentiis entertainment group iflas etmiş. bunu fırsat bilen arnold, red heat filminde birlikte çalıştıkları carolco pictures'ı total recall'un haklarını alması için ikna etmiş. douglas quaid rolü artık arnold'un olmuş. sadece bununla da yetinmeyen arnold, hayranı olduğu robocop filminin yönetmeni paul verhoeven'in total recall'un yönetmeni olmasını sağlamış.

    -filmin ilk versiyonu aşırı şiddet ve kan içerdiği için x rated kategorisine girecekmiş, r rated olabilmesi için bazı sahneleri yumuşatılmış.

    -metro istasyonundaki kovalamaca sahneleri meksika'nın başkenti mexico city'deki metro pantitlan istasyonunda çekilmiş.

    -bilgisayar destekli görsel efektlerin kullanıldığı ilk filmlerdenmiş

    -filmin mars'da geçen sahnelerinde muhafız olarak kullanılan oyuncular amerikan deniz kuvvetleri askerleriymiş.

    -filmin çekimleri yapılırken oyuncu kadrosu ve prodüksiyon yemek firmasının yemekleri yüzünden gıda zehirlenmesi geçirmiş. yanlızca kendisine yapılan özel yemekleri yiyen arnold zehirlenmemiş. meksika'nın kirli havası yüzünden hastalananlar da olmuş. yine çekimler sırasında arnold schwarzenegger'in parmağı kırılmış.

    -tam olarak bilinmese de aşağı yukarı 65 milyon dolara mal olmuş ve muhtemelen o tarihe kadar yapılan en pahalı filmmiş.

    filmin yapım süreci part 1 part 2

  • (aynen yaşanmıştır)
    kadıköy-maltepe minibüsü
    yolcu: şöför bey müsait bir yerde inebilir miyim?
    şöför: inemezsin kardeşim, tek durak maltepe kır kıçını otur adamın asabını bozma!
    bütün yolcular: tıssssss......

  • 1977 senesinde ilk filmi cekilmistir star wars serisinin. film, uzayda bir uzay gemisini kovalayan, baska bir devasa uzay gemisinin lazerli savasiyla baslar. daha sonraki sahnede uzay gemisinin icinde 3 robotla devam eder.

    su an elindeki cep telefonunla cektigin videoya, yine cep telefonunla efektler ekleyip bundan daha iyi bir sahne yapabilirsin. ama 1977 senesinde boyle bir sahneyle sinema seyircisini karsilamak, serinin zeka yasinin zamaninin cok otesinde oldugunu gosterir.

    tabletinde talking tom, televizyonda pepe' yle buyumus cocuklarin anlamayacagi bir durumdur.

    db edit: (bkz: 4 ağustos 2015 ıspartakule gişeleri trafik kazası)

  • şaka değil. komik değil zaten. daha önceden özelleştirilen ido'nun yabancı ortağı souter ınvestments türkiye'yi dava etmeye hazırlanıyormuş. çünkü özelleştirme yapılırken onlara da bir garanti verilmiş(!).

    demişiz ki biz bu adamlara, "biz bu köprünün ücretini 42 dolar olarak belirledik. bunun altına düşmeyeceğiz. yani sana bir etkisi olmayacak, çünkü kimse o parayı verip bu köprüyü kullanmaz. sana da bunu ihalede garanti ediyoruz, merak etme."

    osmangazi köprüsü içinde yapan firmaya bir güvence vermişiz. kimse kullanmıyor, ama parayı ödememiz lazım. kur da yükseldi. ne yapacağız? bari günde 5-10 kişi daha fazla kullansın diye indirim yapmışız. ne olmuş, 121 tl olması gereken ücret, 64 tl'ye düşmüş. ido'dan daha fazla. ido ne yapmış? "sen bana bunun garantisini verdin, bu indirimi yapman suçtur" diyerek bizi washington'da ki mahkemeye veriyormuş.

    yani ne olursa olsun biz kaybediyormuşuz. ordu'da oturan ve belki bu köprüyü de, ido'yu da hayatı boyunca hiç kullanmayacak hikmet amca kaybediyormuş. çoğ güzel projeğ. megağğğğ proje.

    haber linki

  • ben bu yazın izlerini hala topuklarımın üzerinde taşıyorum.

    lise sondayım. üniversite sınavına gireceğiz ama umrumda bile değil. diyorum ki kendi kendime, bu sene lise bitsin seneye dershaneye giderim, rahat rahat da kazanırım...
    bir erkek arkadaşım var o dönem. dört yıla yakın birlikteydik. neyse o da üniversitede okuyor o ara. ama gitmiyor. öyle kaydı var sadece. onu da kafaladım yılın başında, benim gittiğim dershaneye yazıldı bu. o sene öyle ısınma turu olacak, sonraki yıl ciddi ciddi sınava çalışıp, birlikte aynı şehire gideceğiz falan. plana gel. sonra o beni kafaladı. biz tüm yıl gezdik tozduk. yalandan okula gidiyorum, son sene diye kasmıyorlar zaten. dershaneye desen gitmiyoruz. işimiz gücümüz serserilik.
    annem iş kurmuş, onu oturtmaya çalışıyor, haftanın en az üç günü eve gelmiyor. eşinden boşanmış zaten psikolojisi dağınık. bin tane derdi var. benim de üzerime çok gelmiyor. liselidir, ergendir, ya sabır ya sabır...
    öğlen bizim oğlanla yemek yiyoruz. şaka maka çocuk üç sene özel aşçım gibi her öğlen yemek yaptı bana. öyle baştan savma da değil, özene özene yapıyordu. hey gidi... neyse efendim benim okul bitiyor, soluğu deniz kenarında alıyoruz. akşam oluyor, annem o gün eve gelmeyecekse sahaya gidiyoruz basketbol oynuyoruz. araba bulursak cümbür cemaat geziyoruz. cemaatimiz de nerde it kopuk, nerde lise terk, nerde hayatı yatış üzerine kurulu, baba parası yiyen tip var onlar... ama hayat çok güzel lan. tatil gibi böyle. gülüyoruz sürekli.

    derken... bir gün annem eve geldi kapıyı kırar gibi çarparak. annem değil sanki çizgi film karakteri. alevler çıkıyor gözlerinden. nasıl sinirli... sen dur dur, te mart ayı gelsin, git dershaneye, bizim kızın durumu nasıl diye sor. onlar da desinler mi senin kız aylardır piyasada yok... sıçtığımın resmi.
    bana saatlerce bağırdı. saatlerce. yani yerden göğe kadar haklı, yaptığım şey düpedüz hayvanlıktı o ayrı. ama işte... konuşmasını ''sınava giriyorsun, sonraki gün işe sokuyorum seni. üniversiteyi kazandın, kazandın... kazanamadın işten çıkmak yok. bu sene çalışırsın, dershane paranı, harçlığını biriktirirsin. sonraki sene de işten çıkar, kendi paranla dershaneye yazılırsın. bundan sonra benden sana tek kuruş yok.'' diyerek bitirmese iyiydi.

    ben bir tutuştum... sınava kalmış bir ay. ben nazarlık birkaç yaprak test çözmüşüm, kitaplar falan tertemiz. hesaplıyorum... yaş 16. o yaz 17'ye giriyorum. annemin planına göre, kazanırsam 19'da gidebiliyorum üniversiteye ancak. ohooo çok geç. 16'dan bakınca 19 çok büyük. ya da bana öyle geliyordu.

    ne diller döktüm dostlar... dedim anne bi orta sonda dershane parası ödedin, lise 1 ve 2'de zaten sınav kazandım bedava gittim. bi de lise sonda dershane parası verdin, etti iki. millet yıllarca dershaneler, özel hocalar, neler neler yapıyor çocukları için :( sömürüye bak... dedi ki, valla güzelim milletin anası var, babası var. senin tüm masraflarını ben yıllardır tek başıma karşılıyorum. ha git babanı bulursan, ondan iste. verirse git dershaneye seneye. ben bu kadarını yapabiliyorum. kusura bakma.
    diyorum, anne lise mezunu mu kalmamı istiyorsun :( salak madem umursuyorsun, oturup çalışsaydın değil mi... annem diyor ki, hayat senin hayatın. ister lise mezunu kal, ister üniversiteye git. sen bana bunu yaptın ya, artık umrumda bile değilsin.
    araya adam sokuyorum (teyzeler, dede, anneanne, annemin arkadaşları...) yok, evde sürekli yalvarıyorum yok... kızgın, kırgın. çok da haklı. naparsın naparsın... ben bir kapandım odama. uyumuyorum, yemiyorum içmiyorum, ders çalışıyorum. manyak gibi ders çalışıyorum. delirircesine çalışıyorum. arabada sınava giderken bile formülleri ezberlemeye uğraşıyordum.

    neyse sınava girdik, çıktık. ertesi gün sabahın köründe kaldırdı annem. haydi, dedi. işe gidiyorsun.
    beş yıldızlı dev gibi bir otel. yüzlerce müşterisi var. beni de koymuş mu ana restorana komi olarak... housekeepinge koyacakmış aslında da doluymuş. sabah 7'de ordayız, akşam 10'a, 10 buçuğa kadar. annemin isteğiyle her gün mesaideyim. ilk günün sonuna doğru tak diye düşüp bayıldım yorgunluktan, düşün. ben ki gencim, çeviğim, yıllarca basketbol antremanlarında it gibi koşturmuşum ama iş o kadar yorucu ki bünye kaldırmadı. annem bizim şefi tanıyor. ona da tembih etmiş, süründür şunu, diye... adam göz açtırmıyor. günde zaten öğle ve akşam yemeği için toplam 45 dakika falan molamız var. onda da koştur koştur yemekhaneye gidiyorsun, koştur koştur ana restorana dönüyorsun. orada iş bitince şef havuz barına yolluyor, orada bitince çocuk restoranına, orada bitince lobiye... üniversitede de çok işte çalıştım ama o tempoyu bir daha görmedim.

    yemek saatinden önce kumaş peçeteleri katlıyoruz, yüzlerce... masaları yerleştiriyoruz, baharatları dolduruyoruz, tabak, çatal, kaşık, bıçak, bardak düzenlemelerini yapıyoruz, şarap kovalarına buz dolduruyoruz, sandalyelere sapık gibi giysi giydiriyoruz, onlar bitiyor arka tarafa gidiyoruz çatal, bıçak, kaşık, bardak siliyoruz sıcak sudan çıkartıp. müşteriler geliyor, onlara hizmet ediyoruz. votka getir votka getir votka getir... otel ruslara hitap ediyordu da... yazın bağrında, karınca mıyız insan mıyız belli değil. bak ben o günlerden yadigar, topuklu ayakkabıdan tiksiniyorum. görünce tüylerim diken diken oluyor. zorunluydu çünkü. elli derece antalya sıcağında kat kat personel kıyafetini giydirdikleri yetmiyormuş gibi, bir de topuklu ayakkabı giydiriyorlardı. onlar da bir vuruyor bir vuruyor... normalde o tempoya can zor dayanıyor, bir de ayakların acıyor, yara olmuş arkaları, cırt diye kesiveriyor ayakkabı, derin kalkıyor, kanıyor falan... iki hafta sonra artık dayanamadım, arka tarafta yere oturdum ağladım, benim ayaklarım acıyoooo diye. şef dayanamadı da sen babet giyebilirsin dedi, öyle kurtuldum.

    gün geldi çattı. sınav puanları açıklandı. puana bakıyorum tamam, sıralamaya bakıyorum tutuyor. uçuyorum mutluluktan. en yüksek ankara veteriner, onun üzerindeyim. istanbul veteriner zaten tutuyor. ooh diyorum ya tamam bu iş. bu kadar işte. başardım. oldu. normalde olsa bursa'yı da yazıp bırakırdım ama ne olur ne olmaz diye van'a kadar tüm veteriner fakültelerini yazıyorum tercihlere.

    dedim, anne artık gitmeyeyim işe yeaa kazandım ben istanbul'u. hadi bakalım, dedi. umarım öyledir.
    o iş öyle olmadı tabii... yerleştirme sonuçlarına ekrandan baktığım an hala ne dünü, bugün gibi aklımda. van yüzüncü yıl üniversitesi veteriner fakültesi... ulan sınavı kazandık mı, kaybettik mi belli değil... yani ben yine mutluyum bi yerde. otel yok, işten kurtuldum, e istediğim bölüm zaten ne olmuş yani... ama annem oturdu ağladı ya onu unutamıyorum. tebrik de etmedi. ben olsam camdan atardım. onca yıl emek ver, besle büyüt, sınav yılı serserilik yapsın, kaç bin kilometre uzaktaki okulu kazansın... van'a gittik, kaydımı yaptık, yurt açılmamış daha. tadilat mı bitmemiş ne olmuş. annem beni öğretmen evine bıraktı, ertesi gün döndü gitti. van'ı bilmem, insan tanımam... okulun açılmasına bir hafta var. çıktım dışarı. her yer birbirine benziyor. etrafı göreyim diye gezmeye başladım. huylu huyundan vazgeçmez. dışarı çıkış o çıkış... ilk iki yıl doğru düzgün eve girmedim. van merkezin her sokağında anlatmaya değer en az üç anım var. neyse...

    liseden üniversiteye geçilen yazın üzerinden altı yaz geçti. o topuklu ayakkabıların yaptığı yaraların izleri geçmedi. kırmızı kırmızı duruyor hala. basit yara izleri olarak değil, hayatımın dersinin izleri olarak duruyor. bu yüzden, estetik durmasalar da seviyorum galiba. yaz günü de olsa van'da geceler biraz serin. çorap giyerken takıldılar gözüme... bir yerlerde, vaktiyle benim gibi eşek olan bir ergenin anne-babası, abisi, ablası ''ne yapıcaz bu salakla?'' diyorsa, fikir olsun. ben o yaz bir yeri kazanamasaydım bile, burnum kısacık zamanda o kadar sürtmüştü ki bir dahakine boğaziçi tıp falan değil, harvard kesindi. hem de burslu...

  • bir nevi içten içe intikam alma duygusuyla hayalgücünün birleşmesi sonucu çocuk hissiyatının varabileceği son nokta. bir diğer tanımla da çocukluğum..

    evi alt üst etmişim, vitrin aşağı inmiş, elektrik süpürgesinin borusu kopmuş, abime top atayımm derken vazoyu kırmışım, duvarlarda resimler, parkelerde çizikler.... evet evet aynen öyle....

    ve gittiği misafirlikten ya da çarşıdan dönen anne eve girer...

    - oğlum bu evin hali ne böyle?
    - anne rasim gelmiş...
    - ya sen ne biçim bi çocuksun? iki dakika kıçının üstünde oturamaz mısın?
    - annee...
    - bıktım senden bak bakalım akşamüstü dışarı çıkabiliyor musun sen?
    - ann....
    - rezil şey seni defol odana allahım ya nasıl süpürücem ben şimdi evi, daha da yeni almıştık...
    - üühühüüüü

    odasına çekilen ben bir yandan sular seller gibi ağlar, bi yandan hıçkırık nöbetleri ile sarsılırken kafamdan çektiğim film sahne sahne akardı:

    'pencereyi açıyorum. bir kağıda 'anne seni her zaman sevdim' yazıp aşağı atlıyorum. annem çığlıklar içinde... cenazemde herkes ağlıyor. babam bitkin. 'nereye gittin oğlum' diyor. herkes perişan. herkes beni seviyor herkes beni seviyor'.

    ve hemen ardından başka bir senaryo:

    ' o kadar çok ağlıyorum ki nefessiz kalıp ölüyorum. içeri annem geliyor ve 'naptım beeeen' diye ağlıyor. işte beni üzdü sıra onda, o da üzülsün'.

    bu görüntüler eşliğinde ruhum dayanamıyor ve bağırmaya başlıyorum:

    -keşke ölseydim de sen de rahat etseydiiiiinnnn

    ehh ana yüreği işte. az önce azarlayan o değilmiş gibi ağlamama, son söylediğim lafa dayanamayıp odama giriyor, sarılıyoruz, hemen ölme planlarını bir dahaki sefere kadar rafa kaldırıyorum ve hayatı ve annemi seviyorum. hem de çok.

    'keşke ölseydim de siz de benden kurtulurdunuz' diye bağırdı yarım saat önce 6 yaşında dünyalar tatlısı kuzenim. aklından neler geçtiğini biliyorum bebek beni kandıramazsın ahahaha:)